“Yaşamak“: Azrail’in Verdiği İzin Kadar-1
Doğduğunda “yaşamaz bu çocuk” demişler. Anacığının deyişiyle su ikiziymiş, Koca adam oldu, ömrünün sonuna geldi, hala ne olduğunu öğrenemedi, su ikizinin ne olduğunu. “Yavrum, senden daha çok su çıktı vücudumdan, bir maşa kadardın.” O zaman çocuk doğduğunda tartmak gibi bir alışkanlık olmadığından başka türlü anlatamıyordu anası ne kadar küçük ve zayıf bir bebek olduğunu. Zor yaşamış. “Kırkı çıkarsa belki yaşar” demiş mahallenin ileri gelenleri ve doktorlar. Ama inadına yaşamış. O zamanlar babası başlarında ve durumları çok iyi.
Belen Yaylası’nda her öğleden sonra iğne vakti geldiğinde mahallenin tüm çocukları peşine düşer ve sonunda yakalar eve getirirlerdi. Kan iğnesi derlerdi vurulan iğneye ve öyle de yakardı ki, nasıl kaçmasın. Ama her gün yakalanır ve iğneyi yerdi. Kendisini çok suçlu hissederdi annesi. “Yavrum, karagözlü oğlum benim yüzümden hastalandı” diye içi içini yerdi. Çok kere ağıtlar yaktığını duymuştu yanık yanık. Kız kardeşine hamileyken Antakya’nın Kırıkhan İlçesine gelmişlerdi. Babası ağbilerinden kaçırabildiği son Biçerdöğer ile ekin biçmeye gelmişti. Antakya’nın Belen yaylasında tarihi kilisenin olduğu yamaçta da bir ev kiralamıştı. Belen, Amanos dağlarının iki bin metre yükseklerinde İskenderun Antakya arasında askeri ve stratejik açıdan çok önemli bir geçittir. Rivayete göre Mercidabık seferi sırasında ordusuyla oradan geçmekte olan Yavuz Sultan Selim’in çok sevdiği bir askeri vurularak yere düşüp toprakta debelenirken Padişah Selim Han üzüntüyle “Belen yavrum belen” demiş ve bu geçidin adı belen kalmış.
Kırıkhan’ın sıcağı Adana’nın sıcağından geri kalmazdı. Kız kardeşi Kırıkhan’da doğmuş ve doğum telaşında yaylaya çıkmak biraz ertelenmişti. Bu arada başının sağ tarafında kulağının üzerinde çıkan bir küçücük çıban zamanla büyümüş ve kocaman bir yaraya dönüşmüştü. Farkına vardıklarında ne Kırıkhan ne de Antakya’da çare bulamadı doktorlar. Doğru Adana’ya ve çare yine bulunamayınca Başkent Ankara’ya. Gidilmedik doktor, gidilmedik hastane kalmamıştı.
Bir yanda kucağında yeni doğmuş bebesi bir yanda kara gözlü yavrusu çaresizlikten perişan anasının imdadına Hızır yetişti. Ankara dönüşü otobüsteki bir yaşlı nene “Ne olmuş bu oğlana kızım” deyip kafasının yarısını çürütmüş olan kara gözlü çocuğa baktı ve bir takım doğal ilaçlar tarif etti, Doktorların “Tıbben çaresini bulamadık, Allah’tan ümit kesilmez” diyerek gönderdikleri yavrusu için belki de Hızır Aleyhisselam yaşlı nene şeklinde görünmüştü. Varır varmaz yaylaya nenenin dediği ilaçları yaptılar. Doktorların ölüme terk ettikleri çocuk her geçen gün iyiye gidiyordu. Bir de güçlenmesi için verilen kan yapıcı iğne olmasaydı diğer tüm acılara dayanabilecekti belki de. Yaz bitmiş ve güz gelmiş, başındaki yaralar kapanmış, ancak çocukluk bitip de delikanlılık başlarken başındaki ölümden kalan izler yaranların getirdiği acılar kadar manevi üzüntüler de yaratmıştı. Başındaki izleri kaybetmek için saçlarını hep uzatmış ve muhafazakarlıktan öte bağnazlığın da egemen olduğu çevresinde sıkıntılar yaratmıştı. Ama sürekli okuması ve eğitimine önem vermesi kendisine olan özgüvenini de arttırmış zamanla kendisiyle barışık yaşamayı da öğrenmişti. .Böylece dört yıllık yaşamında ikinci kez Azrail pas geçmişti.
Yıllar sonra dünyanın doğa harikalarından birinde, Sarıkamış’ta askerlik yaparken yine Azrail’le farkında dahi olmadan karşılaşmıştı. Üniversite yıllarında 68 olayları başlamış ve zamanla emperyalist güçlerin kurguladıkları tezgahlar sonunda masum öğrenci hareketleri boyutunu aşarak kardeş kavgasına, neredeyse bir iç savaşa dönüşmüştü. Her gün birlikte büyümüş mahalle çocuklarının akraba çocuklarının acımadan birbirine kurşun sıktığı ortamdan bir anlamda kaçarak yaşını büyütmüş ve asker olmuştu. Tümen karargahının yanındaki muhabere taburundaki Salim teğmen, genç, atak, kabına sığmayan bir subaydı. Akşamları Orduevinde birlikte oturur yemek yer, arada sırada komutanlardan gizli gizli birer duble rakı da içerlerdi. Salim teğmen hem kendisini hem de yeryüzündeki (kardeşten de öte) en yakın arkadaşı Cengiz’i de çok severdi. Bazen birbirlerine dünya klasiklerinden kitaplar verir, okuma günleri düzenlerlerdi. Hatta bir kitabı sırayla bitirir ve o kitap hakkında saatlerce tartışırlardı. Kibar, görgülü ve entelektüel bir delikanlıydı Salim teğmen. Cengiz’den iki, kendisinden dört yaş büyüktü. Bir gün çalıştıkları şubeye geldi ve “akşam rakı içeceğiz, ben nöbetçi subayım bugün, malzemeleri aldırıyorum” dedi. Rakı içmeyi çok seven Cengiz, “eyvallah ağbim” dedi sevinçle. “Sazını da hazırla” dedi dönüp Salim teğmen. Akşam rutin işlemler bittikten sonra taburun mutfağının yanında bir odada sofra kuruldu ve yemekle birlikte muhabbet başladı. Sazlar, türküler, sohbetler derken bir büyük rakı bitmişti. Kahve içmeye Salim teğmenin odasına çıktılar. Kapıda hayatında görmediği kadar iri bir kurt köpeği vardı ve Salim teğmene ölümüne bağlıydı. Nöbetçi askerler kahvelerini getirdiler, sohbet yavaş yavaş ağırlaşıyor uyku bastırıyordu. “Hiç Rus ruleti oynadınız mı çocuklar” diye sordu Salim teğmen. İlk defa duyuyorlardı bu cümleyi. “Bakın” dedi, belinden toplu tabancasını çıkartıp içindeki tüm mermileri boşalttı ve bir tane mermiyi yerleştirdi ve kapatıp çevirdi. “Sırayla tetiği çekeceğim, 5 defa boş, altıncısında patlayacak.” Ama hangisinde patlayacağı belli olmaz, işte bunun adı Rus ruletidir” deyip silahı kafasına doğrultup, tetiği çekti. Sonra Cengiz’e, sonra kara gözlü delikanlıya doğrultup tetiği çekti. Birden ne sarhoşluk kaldı, ne de uyku. Kendisinden daha uzun boylu ve iri yapılı olan Salim teğmenin elinden silahı alıp yere attı. Sahibinin saldırıya uğradığını zanneden kurt. vahşi bir hayvan gibi bizimkilerin üzerine atıldı ve korkunç bir kavgadan sonra kurt köpeğinin de üzerine basarak doğru koğuşa kaçtılar ve kapıları kilitlediler. Sabaha kadar bir vukuat olacak mı diye endişeyle beklediler. Ama gece sakin bitip de sabah olduğunda Şubelerine giderlerken Salim teğmen onları görüp, güldü, “Amma da korkakmışsınız ha” dedi. “Ben öyle ayarlamıştım ki, beş defa boş olacaktı.” Fazla bir şey diyemediler, sadece gülüştüler.
Yıllar sonra yağan kar tanelerinin yeryüzüne düşüşlerini izlerken 18 ay önce kaybettiği Cengiz’ini ve bu yaşadıkların hatırladı. Yüzünde bir tebessümle “Yahu gerçekten Azrail’in izin verdiği kadar yaşıyor insan” diye düşündü. Son yıllardaki yaşadığı ve sebebini hala öğrenemediği bayılmalar da bunu doğruluyordu. (sürecek)