Tek Kusuru Çaresizlikti
Gözleri kısık, soluk alışverişi bir uzun bir kısa aralıklarla yoruyordu kalbini. Ağlamaklıydı ama ağlamayı da çoktan unutmuştu. “Galiba gözlerimin pınarları kurumuş” diye düşünürdü çoğu kez. Arabanın da tekleyeceği tutmuştu inadına. Güç bela çalıştırdı, vitese takarken elinin ağrıdığını hissetti. O kadar hızlı vurmuştu ki duvara çaresizlikten, galiba ince bir çatlak oluşmuştu. Pek de umursamadı, alışkındı böyle arızalara çünkü. Çaresiz kaldığında kimseye zarar veremeyecek kadar ince olan duygularını bastırmanın tek yolu olmuştu her defasında duvara yumruk atmak. Yoksa şiddet yanlısı bir adam olduğu için değil. Çocukluğundan beri böyleydi, çaresiz kaldığında sıkardı yumruklarını ve içine atardı tüm üzüntüsünü. Kimseyi kırmak gibi bir alışkanlığı da olmadığından ve küsmeyi de beceremediğinden içine akıtırdı yaşlarını. Bu yüzden ağladığını gören pek yoktu.
“Tek suçum sevmek, tek kusurum çaresizlik” diye tekrarladı yol boyunca. Eve gelip yalnızlığının kapısına anahtarını sokmaya çalıştığında şapşallığına da gülmeye başladı. Küçücük ofisinden çıkarken de bir türlü anahtarı sokamadığını hatırladı ve “hakikaten ben iyice salaklaştım” deyip kendi kendine gülümsemeye başladı. Az önceki o ağlamaklı ve yıkılmış adam gitmiş yerine kendi yalnızlığına ve aptallığına gülen bir adam gelmişti. Acaba diye geçirdi içinden yarın barışabilir miydi? Çünkü küslüğe hiç gelemiyordu. Çantasını boşalttı, geçip mutfağa buzdolabına baktı. İki yumurta çıkarıp kırdı ve yanına da bir domates söğüş, açtı bir şişe bira, “bir umuttur yaşamak” diyerek ilk yudumunu büyükçe aldı. Son zamanlarda böyle oluyordu hep, iki yumurta, bir domates ve peş peşe iki soğuk bira. Bir de çok sevdiği bir türkü, Derdimi kimlere desem
Başım alıp nere gitsem
Bu aşk beni öldürecek
Candan mı yardan mı geçsem
Ahhh ahhh yanıyorum
Vallahi çok seviyorum
Billahi çok seviyorum.
Sonra yastığa dört parmak kala uyku.
İlk uykuyu atlatıp çiş için kalktığında düşünmeye başladı günü. Ne yapmıştı da böyle olmuştu? Ne demişti ki hemen kırılmıştı kendisine? Bir kusurum var mı diye düşündü. Vardı elbette, çaresizlikti tek kusuru. “Tamam, haklı söylediklerinde, ama elimden bir şey gelmiyor.” “Niye bu çaresizliğimi bildiği halde bana yükleniyor” diye muhasebesini yapmaya başladı. “Dur yahu hemen suçlama, o da biliyor çaresizliğini ama yaşananlara o kadar kızgın ki hırsını senden alıyor.” Aslında pırlanta gibi bir kalbi olduğunu ve sabah olduğunda barışabileceğini hayal etmeye başladı. Güneşin doğuşuyla birlikte karanlığın biteceğini ve umut dolu aydınlık bir günün başlayacağını düşündü tekrar uykuya dalmadan önce.
Sabah olup da uyanmak için duşun altına girdiğinde soğuk sular kendine getirirken hiç aklından çıkmayan akşam saatlerinin yaşanmamış olmasını diledi ama olmuştu. Ayakkabılarını giyip de besmele çekerek çıkarken evden yine aynı salaklığın devam ettiğini ve kapıyı kilitlemede yine başarısız olduğunu gördü. Bu kez, “hakikaten ben çok salağım” dedi kendi kendine. Fakat yine de umudunu yitirmemeye kararlıydı ve küçük adımlarla bindi arabasına ve yola koyuldu. “Ahhhh” dedi, “Aşk sen nelere kadirsin. İsteyince dilsizi Şeyda bülbül, görmezi dürbün gözlü yaparsın, benim de yanımda ol” diye dualar etti yol boyunca.
Zira hayattan beklediği tek şey mutlu olmak, mutlu yaşamaktı. Sevdiğinin elini tutması ve sarılarak öpmesiydi. Ne para umurundaydı ne mevkii ne de makam. Akşam olduğunda gülümseyerek bakan sevgi dolu bir çift göz ve bir umut. Tüm beklentisi buydu. Ötesi vız gelir tırıs giderdi. Bir de karşılıklı oturup iki duble bir şeyler içmek var ya yaşamın bonusu olurdu.
Tek suçu aşık olmaktı, tek kusuru da çaresizlik.