Sokakların ölümü
Hadi Fransa’ya gidelim ve modernist siyasi mimarinin nasıl şekillendiğine bakalım.
18.yy sonları ve 19.yy boyunca kentlerin göç almasıyla, nüfus yüzbinlerden milyonlara geometrik artıyor. Yığılan kalabalıkların eğitimsiz ve işsiz olması sonucu heterojen bir toplum meydana geliyor. Kentler, artan nüfusu barındırabilecek şekilde inşa edilmemiş. Yerleşim yerleri, insan sayısını karşılayamıyor. O dönemde Viyana’da çok fazla kafe var. İnsanlar, evsiz olduklarından, bu kafelerde sabahlıyorlar. Kentler içinde hızla yerleşim yerleri yapılması, ayrıca salgın hastalıkların önlenmesi için temiz su, kanalizasyon gerek fakat alt yapının yetersizliği önemli bir sorun teşkil ediyor. Özetle, kentler yeni nüfusu kaldırabilecek halde değil.
İşsiz nüfusun aç kalması sebebiyle fuhuş, hırsızlık, cinayet gibi suçlar artıyor.
(Buraya bir parantez açayım: Sosyoloji biliminin doğuşuna kısaca değineyim. Auguste Comte, sosyolojinin kurucusu, “sosyal fizik” ismini seçiyor. Düşüncesi şu: Fizik yasalarını keşfederek doğaya şekil verebilir, toplum yasalarını inceleyerek toplumun geleceğine yön verebiliriz.
Mesela, ‘açık hava/kapalı hava vb değişkenler suç oranlarını etkiler mi?’ gibi sorular soruluyor. Suç oranlarının ne zaman ve hangi koşullarda arttığını tespit ederek onları azaltabilir miyiz, düşüncesinden hareketle istatistik bilimi ortaya çıkıyor. Parantezi kapatıyorum. Asıl konuya döneyim.)
Fransız İhtilali’nde Parisliler ne zaman ayaklanma yapsalar, polis bariyerleri geçemiyor. İşte tam bu noktada geleceğin mimarisi, siyasi düzlemde şekillenmeye başlıyor. Polisin barikatları aşabilmesi ve işçi sınıfının direnişini kırmak amacıyla şehirlerin yeniden yapılandırılması gerektiği anlaşılıyor. Bu maksatla, zengin ve fakir semtleri ayırmak için büyük, geniş bulvarlar açılıyor. Kentin içine parklar yapılıyor. Devlet, geniş caddeler açarak direnişi ortadan kaldırabilecek. Dışarıda kalan işçi sınıfını rahatlıkla kontrol altına alabilecek.
Oysa, devrimci ayaklanmalarda kent insanının tezi şuydu: Sokaklar halka aittir.
20.yy.da mimar Le Corbusier, ne sokak ne de halk düşüncesiyle açıkça “Sokağı öldürmeliyiz.” dedi. Modern hayatın toplumsal çelişkileri sürekli patlama tehdidi doğurduğundan, sokağın haritadan silinmesinden yanaydı.
“Geniş yeşillik ve açık alanlarla çevrili, süper otoyollarla birbirine bağlanan, yeraltı garajları ve AVM’lerin hizmet verdiği, tümüyle bütünleşmiş gökdelen kuleler dünyası… Mimari ya da devrim. Devrimden vazgeçilebilir.”
Sonuçta, modernist yaşam özgürleştirmek yerine ironik olarak halkı sınırlamıştır.
Fransa’da yeterince dolaştıktan sonra bizim memlekete gelebiliriz. Bizde öyle ‘direnişti, ayaklanmaydı, işçi sınıfıydı’ falandı filandı kaygılar yok. Şehirleşme, herhangi bir ideolojiye veya mantığa dayanmıyor ki o konulara gireyim.
Mahrum bırakıldığımız şimdiden ve gelecekten söz etmek istiyorum. Sanırım çocukluğunu sokaklarda oynayarak geçiren son nesiliz. Çocuklarımız ve sonrası sokağın tadını asla bilmeyecek. Teknolojinin içine doğup büyümenin gelişmişlik adı altında kakalandığı bir zihniyet hakim. İnsan tabiatına böylesine ters bir durum nasıl oluyor da yaşamın önemli bir bölümünü ele geçiriyor, çocukları eve ve ekrana hapsediyor? Akıl dışı.
Evden dışarıya çıkma anlayışımız oturduğumuz sitelerin bahçesinden ibaret. Artık 7/24 güvenlikli siteler bile işlevsiz. Çocuk istismarları o kadar arttı ki, komşuna bile olası şüpheli gözüyle bakıyorsun. Kimsenin kimseye toleransı kalmamış. Millet yüksek gerilim hattı gibi dolaşıyor.
Maksimum sosyalleşme alanları sürekli gidilen kafeler, yeme içme yerleri ve AVM’lerden ibaret.
Öyle veya böyle, sokakların öldürülmesinden hepimiz payımızı aldık. İşçi sınıfını kontrol altına aldıkları gibi bizim yaşamlarımızı da kendi sınırlarında tutmayı başardılar. Bu yeni düzenin çocukları nasıl bir gelecek inşa edecek, merak ediyorum. Hayırlısı bakalım.