Sen kendin
Her ne kadar yazıya bodoslama dalmayı sevsem de, bu defa farklı örneklerden yola çıkarak, bizim milletin hallerine değineceğim.
Aytmatov’un doğu kültürü taşıyan edebiyatında birey, özne olmaktan evvel topluluğun yani kendinden büyük bir yapının parçasıdır. Bu kültürün doğal bir unsuru niteliğinde karakterler genelde kaderci, teslimiyetçidir. Var oluşları topluma aidiyetiyle doğru orantıda kıymetlidir. Bizim gelenekçi yanımızla gayet uyumlu bir edebiyattan bahsediyorum.
Bununla beraber, Hemingway’in karakterleri batının bireyidir. Mücadeleci, eyleme geçen kişilerdir. Bizim birey anlayışımızla ne kadar uyumlu olduğu tartışılır. Yüz yıllardır süregelen gelenekçi anlayıştan, batının bireyci anlayışına zıplayacağız diye havada ters takla atarken tuhaf bir bireycilik metodu geliştirdiğimiz kanısındayım.
Frida Kahlo’nun tablolarına yansıttığı kök, köken sorunu gibi. Alt tarafta Meksika, üst tarafta ABD. Kökleriyle bugünü arasına sıkışıp kalmış bir kültür. Biraz bize benziyor sanki. Bir yanı Anadolu, bir yanı Avrupa. Ne oralı ne buralı. Veya şöyle mi desek: Hem oralı hem buralı.
“Tarafını seç. Hangisisin?” bir dayatma sorusu mudur, yoksa bir arayış mı? Sorunun yönünü doğru tayin edemememizden sebep, bugün milletçe birbirimizin tepesindeyiz.
Kafanızı karıştırmadan varmak istediğim yere geleyim.
Topluma aidiyet duyan yanımızın bazı hususlarını özenle muhafaza etmemiz, bazılarında ise elemeye gitmemiz gerektiğini; birey olabilmenin önemini, ama asla bencillikle karıştırılmamasını savunuyorum.
Mesela, geleneksel yapımızdaki ‘kız isteme’ye karşı çıkan görüşler, bunun kızı alınıp satılan bir ‘eşya’ya dönüştürdüğünü iddia ediyorlar. Kast edilen, kızın kendi kararını verememesi, ona söz hakkı tanınmaması veya istediği kişiyi seçememesi ise, haklı bir iddia. Yok eğer, kız kendi seçimini özgürce yapmış, geriye anne babanın gönlünü yapmak, onların rızasını göz ardı etmemek kalmış ise, ‘kız isteme’ durumu aslında hem o kıza hem de o kızı yetiştiren aileye saygıdır. ‘Sizin bin bir emekle büyütüp üstüne titrediğiniz evladınız artık bizim de evladımızdır.’ demenin ilk adımıdır. Bunda ne fenalık var? Toplumun değer yargılarını eleştireceğiz diye her şeye parmak sallamaya gerek yok.
Başka bir örneği ailelerin çocuklarına dayatmaları üzerinden vereyim. Karı koca mühendis bir anne baba, son derece başarılı çocukları siyaset okumak isterken, onu kendilerince mantıklı yollarla mühendisliğe yönlendirdiler. Genç adam tercihini sözelden yapamadı. Şu an okuduğu bölümden memnun olduğu söyleniyor. Ona sormak lazım, bu gerçekten senin memnuniyetin mi, yoksa ailen senin yanında ve her gittiği yerde durmadan ne kadar doğru (!) bir seçim yaptığını ısrarla vurguladığı için mi beynine kazındı, buna inandırılmış olabileceğini hiç düşündün mü, diye.
Bence cevap malumun ilanıdır. Gelin görün ki kimse bunu kabul etmeyecektir.
Böyledir bizim geleneksel yapımız. Birey olmamıza daha küçük yaştan izin verilmez. En okumuşumuzda, en aklı başımızda kişilerde bile böyledir. Çocukların, gençlerin seçimlerini kendi istek ve becerileri doğrultusunda yapmalarını değil, bizim onlar için hazırladığımız güvenli yolları tercih etmelerini bir şekilde sağlarız. Sonra da onların birey olduklarını iddia ederiz. İddiamızın dayanağı ise iyi bir meslek edinip, düzgün bir kariyer sahibi olup, yuvalarını kurmalarıdır. Onların hayatından beklentimiz budur çünkü. Kendi doğrumuzu nasıl tam 12’den dayatmışızdır. Nasıl bir kendini kandırmacadır ki, ailesinin yönlendirmesiyle kendi gerçeğini bulan (!) çocuk, memnuniyetten başka bir seçeneği kalmadığından memnuniyetini sorgulamaz.
Bir de birey olacağım derken tüm değerleri tepetaklak eden bencil bir zihniyet var. İnsanların cinsel hayatı bireyseldir. Yalnız, cinsel hayatı ve cinsel tercihleri ‘göze sokma’ yoluyla topluma kabullendirme girişimi hiç iyi niyetli değil. Mahremiyetin önemini vurgulamak istiyorum. O işler sokak ortasında olmaz yahu! Film izlerken bile +7 yaş, +18 yaş vb. uyarılar veriliyor. Ne hakla sizin mahreminize çoluk çocuğu tanık ediyorsunuz?
‘Özgürlük’ adı altında LGBT bayrakları açanlar da iyi niyetli değil. Evinizin kapısını kapadığınızda size ne yaptığınızı soran var mı? İnsanın doğasına aykırılığı normalleştirme çabası, bugün eşcinselliği savunarak başlar, yarın çorap söküğü gibi önünü alamazsınız. Hangi özgürlükten söz ediyorsunuz? Önce özgürlüğü bir tanımlayalım: Sınır tanımamak mı? Başkalarının alanına direk yahut dolaylı girmek mi? Kendi doğrusunu dayatma pahasına başkalarının doğrularını ezip geçme serbestisi mi? Öyle bir özgürlük anlayışını hiçbir makul temele oturtamazsınız.
Örnekler uzayıp gider. Özetle, yazının başına döneyim: Birey olmayı yanlış algılayıp kendimizce bir yere konumladık. Geleneklerimizi, değerlerimizi evirdik çevirdik, ortaya karışık bir şey çıktı. Herkes işine geleni, işine geldiği haliyle aldı. Ne kendimiz olabildik ne toplumun tam olarak bir parçası. Ne kökenimize tam manasıyla sahip çıkabildik ne yeniliklere uyum sağlayabildik. Mağazanın soyunma kabininde ha bire değişik kıyafetler deniyoruz ama hiçbiri üzerimize uymuyor, uyamaz. Hep bir sıkışmışlık, bir ‘arada kalmışlık.’
Peki çözümü nasıl bulalım? Sorusuna Wilhelm Reich, Dinle Küçük Adam kitabından cevap versin “Alçak olmaktan vazgeçmeni ve ‘senin kendin’ olmanı istiyorum. Sen kendin! Okuduğun gazetenin fikri değil, kötü komşunun fikri değil, aksine sen kendin.”
Fabrikasyon bir düzenin çarkı olmaktansa, kendin kalabilmek daha güzel olmaz mı dersiniz?