Pazartesi Kuşları
Zamanın öğütmediği ne kalmış şu dünyada?
Erdal Öz, Cam Kırıkları adlı kitabının bir bölümünde Çehov’un ‘Acı’ sını, beğendiği kadınlara okumaya çalışıyor. Fakat, bir türlü öykünün sonuna kadar gelemiyor. Çünkü, kadınların sıkılmasıyla her seferinde yarıda kalıyor hikâye. Bir gün, Türkân adlı bir kadın oturuyor yanına. Onu, gözünü ayırmadan dinleyen tek kadın. Türkân, hikâyenin bitiminde ağlıyor. Erdal Öz şöyle bitiriyor bu anısını: “Onu, o anda da, ondan sonra da çok sevdim.”
Bu kısacık satırlar, dünyamın merkezine kondular. Seni anlamak, anlamanın ön koşulu olarak ilgiyle dinlemek ve senin duygu dünyana nüfuz eden şeylerin benim duygu dünyama da nüfuz edebilmesi. Karşılıklı bir anlayış, kavrayış hali. Sevginin ılık bir su gibi aramızda akışı.
Sevdiğimizi diğerlerinden ayıran nedir? Kimileri der ki, bizde olmayan bir özelliği karşımızdakinde bulduğumuzda, yani bizdeki eksiği onda tamamladığımızda severiz. Belki doğrudur, belki yanlış, belki görece. Belki de bizi o kişiyi sevmeye yönlendiren ilk dürtü bu olabilir. Ama, devamının gelmesi için hepimizin bir Türkân’a ihtiyacı var.
Türkân’ını kim bulmuş, diye sorarsam, hemen atlamayın tamam mı? Sevmek, şairin dediği gibi uzun bir kelime. Aileden ve gelenekten üstümüze yapışan veya hücrelerimize dek işleyen ‘mevcut bağı korumak’ için sürdürdüğümüz görev ahlâkına sadakatimiz, sevginin bizatihi varlığına sadakatimizden daha büyük. Öyle büyük ki, vazife ahlâkçıları olarak, taşıdığımız yükün altında ezilmemek adına onu yük görmek yerine, Polyannacılık oynayarak yükü hafifletmeye çalışıyoruz.
Hani, yazının başında dedim ya, zamanın öğütemediği ne kalmış şu dünyada, diye. Sevginin sözlük anlamı dışına taşarak çok daha başka bir mânâ içerdiğini; yaşadığımızı sandığımız o hissin aslında lafzi haliyle sınırlı kaldığını; ötesini hiç bilmediğimizden, ötesine geçmeye asla yeltenmediğimizden, ucunu bucağını kestirebildiğimiz sulara demir attığımızı söylesem. Sırf bu yüzden, zamanın sevgiyi kavramsal formda öğüttüğünü, dolayısıyla tükenebilirliğini dile getirsem.
Geriye kalan, üç beş satır, birkaç şiir ve roman. Notlarım arasında buldum. Gönderilmemiş bir mektup. Adını ‘Pazartesi Kuşları’ koymuşum. Unutmuşum sonra. Dün, sahilde yürürken, dalgalar hatırlattı.
“Ben hiç sevdim mi?” sorusunu irdelediniz mi, şu yaşınıza kadar. O zamanlarki aklımla evet. Şimdiki bilincimle hayır. Dediniz mi hiç? Denize açılmayı göze alamayan, derinliğini ölçemediği sularda yüzmeye cesaret edemeyen biri nasıl ’sevdim’ der? Diyebilir belki. Karşısında aynı bilince erişmiş birine rastlarsa eğer, niye demesin? Ne var ki, zaman sadece kelimelerin anlamlarını değil, insanları da öğütüyor. Gözlerinde uçsuz bucaksız bir ‘anlayış’ı uzun uzun seyredebileceğimiz bir yüz, bir bilinç, bir Türkân…
Çehov’un Acı’sını değil, epey eski bir mektuptan bir bölüm paylaşayım. Sahibini bulamadı, okuyucusunu bulsun. Hayır, sevmedim. Sevmemiş halimle yazdım bu satırları.
Deniz kenarındaki bankta oturuyorum. Aylardır rafta beklettiğim kitap, ellerimde şimdi. İki satır okusam gözüm kuşlara takılıyor. Yer gök alabildiğine mavi. Ortalık sakin. Tam soluklanacakken bıçağı sürtüşünü duyuyorum. Yüzüne bakıyorum, ifadesiz. İndiriyorum başımı. Sayfa otuz beş.
Demin, elinde poşetle bir adam dikildi yanıma. Kalan simidini küçük parçalara bölerek fırlatmaya başladı. Martılar sevinç çığlıkları ata ata uçarken birkaç fotoğraf çektim. Onlar hep aynı sesi çıkarır öyle mi? Sen öyle san! Bir lokmayı kapabilme umuduyla nasıl kanat çırptıklarını görseydin… Kime anlatıyorum ki?
Yeme faslı bitince ayaklarını suya daldırıp gezinmeye başladılar. Biri nedense hep diğerini takip ediyordu. Seslendim. Arkana baksana! Dinlemedi.
Birden hepsi havalandı. Denizle aralarında bir cetvel boyu mesafe ya var ya yok. Önümden geçip gitmelerini izledim.
Kollarını yanlara açıp, sırtını döndüğün an. Ben bahçenin dışında. Sen merdivenlere bir hışımla ilerlerken. Bağırıyorum, kulakların tıkalı. Göğsüne karanlık çökmüş.
Ne yamalarının patlayan dikişleri tutar artık ne de dişlerini geçirdiğin boynumun acısı diner. Sanırım ben her ikisini de her gün yeniden bantlamak zorunda kalacağım.
Hani o çok aç olduğun pazartesiyi hatırlıyor musun? Yürüyecek halin yoktu. Az ötemizdeki masalara kadar sabretmeni söylemiştim. Kaldırımdaki kuşlar bize doğru uçmuştu da korkudan kafanı sağa eğmiştin. Kolunu yukarıya kaldırarak korumaya çalışmıştın kendini. Kimden?
Nihayet gelmiştik. Zaman ağırlaşıyordu karşında. Ben sana akıyordum. Sen bambaşka bir adama dönüşüyordun. Kaç adam savaşıyordu içinde, sayamıyordum. Oradan kalkmak, başladığımız yere geri dönmek. Başladığımız yerde kalmak. Oradan hiç kalkmamak.
Bazı geceler sevişiyorum seninle. Sevişiyoruz diyemem. Biz kim oluyoruz ki? Çıplaklığımdan utanmıyorum. Koynumda uyuyorsun, dizlerimde… Parmak uçlarıma işlemiş gözyaşların. Silmekten sabaha varamıyorum.
Sensiz uyanıyorum sonra. Tüm gün yoksun. Bir rahatlama. Gevşiyorum. Derin bir nefes. Oh! Işığa bakıyorum. Bakamıyorum aslında. İndiriyorum başımı. Sayfa otuz beş.
Arabadaydım. Telefon çaldı. Biçerdöverini, yine sökmeye sürdün. Çekildim bir kenara. Kayıp düşmesin diye yıldızlar, küçük bir kızın saçlarından. Çekilmeliydim. Bundan başka bir ilgim yok konuyla. İndiriyorsun başımı. Sayfa otuz dört.
Deniz kenarındaki bankta oturuyorum hâlâ. Kitabı okumayı bıraktım. Güneş tepemde. Martıları seyrediyorum. Geri dönüyorlar.