Pamuk Tarlaları
Tam bir Bursa beyefendisiydi Cumhur Bey. Ziraat Bankası kültüründen gelme, görgülü biriydi. Emeklilik yaşı yaklaşmıştı. Sanırım herhangi bir siyasi gücü olmadığı için ancak müdür muavini olabilmişti. Yoksa, bilgisi ve tecrübesi tam bir müdür düzeyindeydi. Sohbet sırasında sordu Cumhur Bey, “Müdürüm bu sıcaklarda takım elbise giymek zor olmuyor mu?“ Biraz sıkılarak cevap verdi, “Silah taşıyorum da o yüzden elbise giyiyorum.” “Bir düşmanınız mı var?” “Hayır, alışkanlık biraz da” Sevgi dolu bir tebessüm yayıldı Cumhur Bey’in yüzüne. “Herhalde Adanalılar böyle” diye düşünmüştü.
“Ne zaman getireceksiniz çocukları Bursa’ya” diye sordu. Sonra devam etti, “Eğer imkanınız varsa okullar açılınca getirin. Bu mevsimde Bursa’nın sıcağı çekilmez.” Pek şaşırmıştı ama Cumhur Bey’i de kırmadan “Hangi sıcaklar” diye soracaktı ki vazgeçti. Tam bir Adanalı sıcaklığıyla “Abiciğim” dedi Cumhur Bey’e, “Siz Adana’nın sıcağını pek bilmiyorsunuz anlaşılan. Adana’ya kıyasla Bursa Adana’nın Tekir Yaylası’na benziyor.” Bize göre çok güzel ve serin bir yer Bursa” diye anlatmaya başladı Adana’nın rutubetini ve sıcaklığını. Konu Adana olunca günlerce yemeden içmeden konuşabilirdi. Gezip de görmediği bir yer yoktu Türkiye’de. Ama nedense Adana her zaman çok özeldi ve öyle de kaldı.
Adana derken dalıp gitti çocukluğuna ve köyündeki pamuk tarlalarına. Her yaz gönderirdi annesi köyüne. Adana’nın kahredici sarı sıcağından korumak için. Gerçi köyde de gerek dedesi ve gerekse köy çocukları pek de rahat bırakmazlardı ama insanı çürüten sıcaklardan daha iyiydi bu. Yazın sonuna doğru pamuklar olmaya başlar ve Urfa’dan gelen ırgatlar pamuğa gider, pamuk toplarlardı.
Köyün girişinde okul önü denilen yerde altı dönüm bir tarlası vardı dedesinin. Gelen ırgatlar orada çadırlarını kurarlar ve mevsim bitene kadar orada yaşarlardı. Ama her gelen ırgatı da kabul etmezlerdi ağalar. Irgatbaşı gelen tüm ırgatları sıraya dizer ve hepsinin önüne ağanın evinden yemek gelir ve dedesi de yemek yiyenleri izlerdi. Yemek bittikten sonra bazılarını işe almazdı. Çocukça bir merak işte, bir gün kendisinden büyük bir köy çocuğuna sordu neden böyle yapıldığını. Çok bilgiç bir şekilde cevap verdi çocuk “Kim hızlı hızlı yemek yiyorsa işe o alınır. Hımbıl hımbıl yemek yiyenin eli ağırdır ve pamuk toplamada işe yaramaz,” Böylece bir şey daha öğrenmişti ve bunu hiç unutmadı. Belki de hızlı hızlı yemek yemesinin ardında bu vardı.
Irgat çadırlarına yemek ve su götürmek işinde çalıştırırdı dedesi, çünkü hiçbir çocuk boş durmuyordu köyde. Bu kendisine özgü bir olay değildi. Ki, hep zalim bir adam olarak bildiği dedesi en kolay işi vermişti kendisine. Yemekleri götürdüğünde ırgat çocuklarının gözlerindeki o sevinci hiçbir zaman unutmadı ve hayatında hep iyilik etme duygusu sanırım burada başlamıştı. Ama en çok şaşırdığı şey çocukların pislik içinde olmaları, yaz günü dahi sümüklerinin akmasıydı. Köyde sivrisinek yüzünden cibinlik içinde yatılırken o çocukların açıkta yatmaları da hep içini burkmuştu.
Eylül ayının sıcağı hiçbir şeye benzemezdi yazının yüzünde. Sadece sıcak olsa belki biraz dayanma gücü olurdu. Ama sıcaktan daha kötüsü rutubetti. Sanki hamama girmiş gibi hissederdi insan kendisini. Tarladaki tek tük ağaçların gölgesinde ırgatların yemek molasında nasıl nefeslendiklerini gördükçe bugün “Klimasız ev mi olur” şımarıklığındaki çocukları anlamakta zorluk çekiyordu bazen. Dedesinin “Irgatın kötüsü gün batımında gayretlenir” sözünü daha iyi anlamaya başlamıştı. Sabahın ilk saatlerinde güneş daha merhametli olur, ama kuşluk vaktinden sonra ikindiye kadar kavururdu. Ancak, ikindiden sonra gün batımına doğru nefes almak biraz daha kolaylaşırdı. Genç, sağlıklı ve çalışkan bir ırgat günde yüz ile yüzeli kilo arası pamuk toplardı. Kilosu on kuruştan yevmiyesi on ile onbeş lira arası olurdu. Bazen ırgatlar arasında kavga çıkardı birbirlerinin pamuğundan çaldıkları için. Irgatbaşı hemen kararını verir hırsızlık yapan ırgatın hesabı kesilir ve iyi de bir dayaktan sonra kovulurdu. En ağır suçtu bir başka ırgatın emeğini çalmak.
Bir gün dünya iyisi melek ninesine gitti karagözlü çocuk, “Nene, ben de pamuk toplayıp para kazanmak istiyorum” dedi. Hiç istemese de dedesine durumu iletti. “Tamam” dedi dedesi, “sabah o da gitsin”. Ama nine yüreği emaneti nasıl yazının yüzüne gönderirdi. Geri adım da atamadı ve sabah koluna küçük bir sepet verip ırgatlarla birlikte tarlaya gönderdi. Irgatbaşına gidip torununu yakındaki tarlaya götürmesini ve göz kulak olmasını da sıkı sıkı tembih etti. İçinde bir coşku, bir umut ve başında ninesinin verdiği bir hasır şapka ırgatbaşının öğrettiği gibi pamuk toplamaya başladı. Saatler ilerleyip kuşluk vakti geldiğinde ninesinin getirdiği sıkmayı yiyip ayranı içti ve ninesinin kucağında biraz uyukladı. Az sonra ırgatbaşının sesiyle kendine gelip tekrar başladı pamuk toplamaya. Öğlen sıcağı geldiğinde ayakta duramayacak haldeydi, birkaç kez duraladı ve başının döndüğünü hissetti. Gözü sürekli üzerinde olan ırgatbaşı hemen yanına gelip dut ağacının altına götürdü ve biraz su verip “Yemeğe kadar dinlen yeğenim” dedi. Öğlen yemeğini yedikten sonra iyice çöken ağırlığa dayanamayıp ağacın dibinde uyumaya başladı. Uyandığında neredeyse gün batıyordu. Utandı kendisinden ve hışımla daldı pamukların içine. Herkes şaşırmış ona bakıyordu. Bir makine hızında pamuk topluyordu. Ama akşam ezanı ve paydos. Topladığı pamuklar tartılırken ırgatbaşı dedesinin talimatıyla çaktırmadan on kilo pamuk ilave etmiş ve toplam yirmi kilo olduğunu söylemiş ve dedesi de bunu elliye tamamlayarak beş lira yevmiye vermişti. Hemen ninesinin yanına seğirtimiş ve “nene bunu sakla” diye ninesine vermişti. O akşam yemek yerken uykuya dalmış ve ertesi gün öğleye kadar uyumuştu. Dedesi de bir daha pamuk toplamaya göndermemişti.
Bu anılar içinde gezerken Cumhur Bey’in “hadi müdürüm, yemek vakti” dediğini duydu ve yukarı yemekhaneye çıktılar. Ancak, aklı hala pamuk tarlalarındaydı ve pek de bir şeyin değişmediğini biliyordu yazının yüzünde.
Kaleminize sağlık Sinan Bey…
teşekkür ederim.
Köyde çalıştığım yıllara döndüm Öğünleri hatırlayıp çok mutlu oldum Ellerine sağlık