Dünya değişiyor, kafa yapısı değişmiyor
“Son derece basit, çözülmesi kolay hadiselerin bir anda aşılmaz bir dağ haline geldiği ülke neresidir” diye bir anket yapılsa inanıyoruz ki listenin en üst sıralarında bizim ülkemiz mutlaka yerini alacaktır.
Pek çoğumuzun karşı karşıya kaldığı aslında problem bile denilemeyecek ufak tefek zorlukların o “değişmez” diye bildiğimiz kafalar yüzünden hayatımızın bir anda nasıl kabusa döndüğünü, Normal düzeyinde seyretmesi gereken sinir sistemimizin bir anda allak bullak olduğu ile ilgili yüzlerce-binlerce örnek vermek mümkündür.
Ancak teknolojinin bu kadar gelişmesine rağmen değişmeyen kafa yapıları yüzünden durduk yerde cehennem hayatı yaşadığımız gerçeği de hiç kimse tarafından da çok şükür ki inkar edilmiyor.
2 yıl önce aracımıza yaptırdığımız genel muayenenin zamanının dolduğu ile ilgili “kara haberi” aldığımızda hemen her araç muayenesinde son derece büyük talihsizlikler yaşamış birisi olarak kara kara düşünmeye başladık.
Çaresiz gerekli randevuyu aldık, paraları ödedik,
Araç muayene istasyonunun yolunu tuttuk,
Kredi kartı geçmediği için ücreti “seve seve” nakit ödedikten sonra sıranın gelmesini bekledik.
Sonunda araç muayenesi için sıra geldi aracı içeriye aldılar, biz kaldık dışarıda bilindiği gibi dün sanki kış yeniden gelmiş gibi hava soğuk, yaklaşık yarım saat sonra diğer taraftan çıkan görevli “-Beyefendi şurada bir ampul yanmıyor, gidin taktırın tekrar randevu alın” dediğinde “-Kardeşim biz geçen yıldan biliyoruz 10 liralık bir ampul için kaç saat beklediğimizi kafanı kaldır bak istasyonun dört bir tarafında oto elektrikçiler kartal gibi bekliyor, aramız 50 metre sen raporu yazma elinde gerekli aletler var o ampulü ben bile takabilirim” şeklinde dil dökmemize rağmen başarılı olamadık.
O hışımla 2 dakikada gidip ampulü aldık yerine taktık, saat 13.30, yeniden randevu aldık, tekrar sıraya girdik, soğuğu yedik, saatler sonra sıra geldi toplamda bilemediniz bir dakika sürmeyecek bir ampul için buz gibi havada tamı tamına dört saat bekledikten sonra “Bu memlekette kafa-zihniyet-mantalite hiç mi değişmeyecek, olaylara hiçmi vatandaşın penceresinden bakılmayacak, ben şimdi bir yetkili olacaktım elimde bir güç olsaydı bakın vatandaşı perişan eden bu sistemi nasıl değiştirecektim” şeklinde kendi kendimize hayata geçirilmesi mümkün olmayan bir sürü talebi defterimize sıraladık durduk.
Akşam üzeri yediğimiz yağmurdan ve soğuktan perişan olmuş bir şekilde kendimizi güç bela eve atabildikten sonra elimize geçen bir kitapta Denis Diderot’un “İnsan, Hayatının dörtte üçünü yapamayacağı şeyleri istemekle geçirir.” şeklindeki ifadesini okuyunca ister istemez ilk önce araç muayene istasyonunda yaşadıklarımızı anlamaya bundan önce yaşadığımız yılların hesabını yapmaya, Çok istediğimiz halde taleplerimize neden kavuşamadığımızı da merak etmeye başladık.
“Acaba meseleye hangi taraftan giriş yapsak” diye düşünürken Avrupa’nın bir ülkesinde bütün dünyanın tanıdığı bir kurumda üst düzey yöneticilik yapan bir akrabamız ile sosyal medya üzerinden yazışıp başımıza gelenleri anlatmaya başlayınca “-Beyefendi sana iyi oluyor sen soğuktan donmanın ve bir şey yapamamanın üzüntüsünü yaşarken ben şu an araçla Almanya’dan, Avusturya’ya geçiyorum, önceleri sınır geçişlerinde ilgili ülkenin güvenlik güçleri kimliklerimize baktıktan sonra giriş izni veriyorlardı son dönemde araçlarımızın önüne OGS yada HGS gibi bir cihaz taktırdık, bu cihaz sayesinde paralı yoldan yada bir köprüden geçer gibi hiç durmadan geçiyoruz, istersen bunu da yaz” dediğinde “Ağam bizimle eğleniyor ama aşağı yukarı bizimde yaşamak istediğimiz hayatın bir parçası da zaten bu şekildeydi” cevabını verdik.
Şimdi yukarıda ki bilgilendirmeyi okuduğunuzda “Ne alaka?” dediğinizi duyar gibi oluyoruz ancak sadece ülkeler arasındaki bu tür geçişler bile bizim ne isteyip istemediğimizden çok yaşanılması gereken hayat standardını da aslında ortaya çıkartıyor.
Mesela biz bundan yıllar önce akan yolların üzerine inşa edilen üst geçitlerin merdivenlerinin “yürüyen merdiven” olmasını isterdik, Bu isteğimizin yıllar içerisinde hayata geçirildiğini görünce bu seferde “keşke yürüyen merdivenlerin belli bir kısmı engelli vatandaşlarımızın üst geçitlerden geçişlerini kolaylaştıracak bir noktaya getirilse” talebimizi seslendirmeye başladık.
Bundan çok uzun yıllar önce şehir içi yada şehirler arası seyahatler için kullandığımız araçlar içerisinde sigara yasağı olmadığından otobüsten, trenden, Vapurdan indiğimizde sanki bir sanayi kuruluşundan dışarı çıkmışçasına sigara dumanından perişan bir vaziyette dolaşır durur, saatlerce kendimize gelemezdik.
Sonraları anlatmaya çalıştığımız alanlar başta olmak üzere pek çok bölge “Dumansız hava sahası” haline getirildi,
Bu durum vatandaşın hoşuna gidince de “dumansız hava sahasının “ alanı her geçen gün daha fazla genişletilmiş oldu.
Mesela toplu taşıma araçlarında kapasite 20 kişi iken 40 kişinin bindiği olurdu (Şu sıralar pandemiye rağmen yine o günlere döndüğümüzü üzülerek te olsa görüyoruz) bir ara “Hiçbir toplu taşıma aracı ayakta yolcu almayacak” şeklinde kural konulmuş ve bu kural işin doğrusu bizim çok hoşumuza gitmişti.
Mesela biz yaşadığımız zaman zarfında hiçbir vatandaşımızın yollara tükürmesini balgam çıkarmasını istemeyiz,
Özellikle piknik sonrası çöplerin gelişigüzel ortalığa saçılmasını hiç ama hiç sağlıklı bulmayız,
Büyük yada küçük çaplı ama can kaybının yada yaralanmaların olmadığı trafik kazalarından sonra “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” şeklinde diye başlayan kavgaların olmasını hiç kabullenemeyiz.
Mesela biz artık hayatımızın ayrılmaz bir parçası olan “ sıra kuyruklarını” oldum olası kabullenemeyiz,
Teknolojinin bu kadar ileriye gittiği bir dünyada en azından emeklilerin yazın sıcağında kışın ayazında maaş kuyrukları sırasında fenalaşmalarını hiçbir şekilde uygun görmeyiz.
Çocuklarımızın hayata atıldıkları eğitim kurumlarındaki sınıfların bilemdiniz 22 kişi olmasını bundan sonraki sayı kaç olursa olsun eğitimi baltalayacağını biliriz,
Bir ara iyi giden bu süreç sonunda ha bire değişen milli eğitim bakanlarının artık bu derde derman olamadıklarını bu yüzden de şu sıralar sınıfların yine 55-60 kişi olmasını asla kabullenemiyoruz.
84 Milyon nüfuslu hem de son derece genç bir nüfusun olduğu Türkiye’de sporun özellikle de Futbolun bu kadar geri kalmasını,
Süper lig maçlarında istiklal marşımızın söylendiği anlarda sahaya 11 yabancı futbolcu ile çıkılmasını bunun akabinde de spor kulüplerimizin alt yapıdan futbolcu çıkaramamalarını anlayabilmiş değiliz ve bunu da kabullenemiyoruz.
Hayatımızı olumsuz yönde etkileyen çok istediğimiz halde bir türlü başaramadığımız ve hayata geçirilmesi de son derece kolay olan bu taleplerin neden bizi sarıp sarmaladığını da bu yaşımıza gelmemize, epey kafa yormamıza rağmen anlayabilmiş değiliz.
Teknolojiyi ülkemize getirecek paramız olmayabilir,
Vatandaşımızın daha iyi bir hayat sürmesi adına siyasetçilerimiz daldıkları derin uykudan da uyanamamış olabilirler,
Yine siyasetçilerimiz varlıklarını kendi başarılarından çok karşısındakinin başarısızlığının üzerine bina etmişte olabilirler.
Ancak insanımızın yola tükürmesini,
Trafikte kurallara uymamasını,
Birbirleri ile durduk yerde kavga etmelerini sağlayacak koşulların oluşması için paradan puldan çok eğitimin ön plana çıkması gerektiğini anlamak için bu kadar yıl beklemenin de akıl kârı olmadığını düşünüyoruz.
Meseleye bu açıdan bakıldığında hayatımızın dörtte üçünün yapamayacağımız şeyleri istemekle geçirdiğimiz düşünülebilir ki bizimde buna asla itirazımız olamaz.
Bütün meselenin iyi insan olmaktan geçtiğini,
iyi insan olmak içinde iyi eğitim almanın şart olduğunu,
insanı insan yapan değerlerden uzak kalmamız gerektiğini öğrendiğimiz gün bizde Avrupa ülkelerinde yaşayan insanlar gibi bir standart yakalayacağımızı düşünüyoruz.
Eğer bu beklentiler bizi yazımızın başındaki “İnsan hayatının dörtte üçünü yapamayacağı şeyleri istemekle geçirir” ifadesine getiriyorsa biz bu beklentilerinizin hayata geçirilmesi adına hayatımızın bırakın dörtte üçünü hatta tamamını pişmanlıklarla geçirdiğimizi düşünüyoruz.
Bir ampul için dört saat harcanıldığı bir ülkede biz rahatı-huzuru nasıl bulacağız?