Dönüş
Sene 2007, Eskişehir Eğitim Gönüllüleri Vakfı. İki salon büyüklüğünde, derslik olarak kullanılan bir odadayım. Biri tıfıl, biri semiz, ilkokul çağında iki erkek çocuk, odanın bir ucunda atışıyorlar. Bense diğer uçta başka çocuklarla ilgileniyorum. Onları öyle görünce hemen yanlarına gittim. N’olduğunu sordum. Semiz oğlan gözünde yaşlarla tıfıl çocuğu gösterip ‘Bana vurdu.’ dedi. Tıfılın gözlerinden ateş fışkırıyor. Kavga sebebini hatırlamıyorum. “Özür dile arkadaşından.” gibilerinden konuştum. Bana mısın, demiyor. İnat. Baktım sesleri çıkmıyor, tekrar odanın öbür ucuna gittim. Göz ucuyla onları uzaktan takip ediyorum. Ne göreyim! Tıfıl oğlan elini yumruk yapmış, germiş göğsünü, çatmış kaşlarını, ha vurdu ha vuracak. Hızla koştum yanlarına. Semiz oğlan korkudan kendini geriye çekmiş, medet umarcasına bana bakıyor. Tıfıla döndüm: “Seni daha şimdi uyarmadım mı, arkadaşına vurmak yok…” diye kızdım. Ne dese beğenirsiniz? “Ben, ona vurmayacaktım ki, ondan özür diledim ama kabul etmedi. Kabul etsene diyordum.” dedi. Meğer, çocuk, reddedildiği için hırslanmış. Semiz oğlana sordum ‘doğru mu’ diye. “Evet.” dedi. İçimden gülme geldi o an. Neyse, barıştılar.
O gün bana bir ders oldu. Bazen, gözünle gördüğüne bile inanmayacaksın. Beş duyu yetmiyor.
Benzer bir anımı daha anlatayım. Lisedeyim. Çok başarılı bir öğrenciyim. Zekamla nam salmışım. ODTÜ matematatik mezunu öğretmenimiz ‘hesap makinesine gerek yok, Başak var.’ derdi. Hoca daha soruyu yazdırırken, konuşması bitmeden benim parmak havadaydı. Verilenler belli, demek ki ne soracağı da belli. Arkadaşlar, lise bitiminde okul günlüğüne ‘matematik sorularını on saniyenin altında çözer.’ ve benzeri cümleler kullanmışlardı hakkımda. Reklamımı ziyadesiyle yaptığıma göre konuya geri döneyim. Böyle bir öğrenci, takdir edersiniz ki, öğretmenlerinin gözbebeğidir. Yalnız biri hariç. Edebiyat hocası Müjgan Evren. Kadın, bana takmış kafayı, her ders yüzüme ters ters bakıyor. Anlam veremiyorum. Benim gibi öğrenciye yapılır mı bu? Bir süre sonra pes ettim. Onun derslerinde başımı hep sıraya gömdüm, öyle dinledim. Kadınla yüz yüze gelmek istemiyorum. Neyse. Veli toplantısında anneme ‘Ben, Başak’ı çok seviyorum ama o beni pek sevmiyor herhalde, başını hiç kaldırmıyor.” demiş. Üzülüyormuş kadın bu duruma. Annem ise bunu duyunca şaşırmış. Çünkü alışmış o güne dek öğretmenlerin ‘niye geliyorsunuz okula, gerek yok.’ demelerine. Müjgan Hoca’nın beni sevdiğini öğrenince inanamadım. Bana niye öyle sert bakıyor o zaman, diye düşündüm. Sonraki derste, sevgi itirafından cesaretle başımı sıradan kaldırıp yüzüne baktım. Biraz dikkatle inceleyince anladım. Kaşlarını alış şeklinden dolayı ifadesi sert duruyor. Halbuki nasıl da hassas bir kadın. Bize derslerde Ümit Yaşar’ın aşk mektuplarını okurdu. Müfredat dışıydı, iyi ki de öyleydi. Yağmurlu günlerde, insana çöken hüzünden bahsederken göz göze gelmiştik. Gülümsemişti bana. Şiire düşkünlüğüm, edebiyata ve yazmaya merakım onun sayesindedir. Daha doğrusu, onun bir lafıyladır: “Ben, Başak’ı çok seviyorum.” Dile getirilmiş bir sevginin, insan hayatına nasıl şekil verdiğinin temsiliyim. Müjgan Hoca’nın bana verdiği ders sadece sevginin gücü değil, ayrıca bir insanı görünüşüyle değerlendirmemek gerektiği. Küçük Prens’teki gibi ‘İnsan ancak yüreğiyle baktığı zaman gerçeği görebilir.’
Bugün, aslında bunları yazmak aklımda yoktu. Farklı bir konuya başlamıştım. Oğlumu okuldan almaya gidince yarım kaldı. Eve döndüğümde tamamlarım, dedim. Ama, okulda özel bir arkadaşımla konuştuktan sonra, zihnimde bu hatıralar belirdi. Birçok nedeni var. Onları söylemek istemiyorum. Sadece bir tanesini.
Öncesinde, Kronos ve Kairos’u basitçe tanıtayım. Kronos, lineer yani çizgisel dediğimiz, kronolojik akıştaki zamandır. Kairos ise, kırılma ânıdır. Zamanın akışını bozan ânlar. Hayat bu ya, yol ile kurduğumuz ilişki bazen bizim, bazense yolun hükmüyle gerçekleşiyor.
Steinbeck, yolculukla insan arasındaki bağı şöyle kurar: “Yıllar süren mücadelelerden sonra anlarız ki, biz yolculuğa çıkmayız. Yolculuk bizi alıp götürür.” Nereye? Yuvaya tabii ki. Novalis’in ‘bütün dönüşleri’ nihayetlendirdiği “Where are we really going? Always home.” dediği yuvaya.
Yuvadan kasıt ne peki? Ben kalp özü olarak nitelendiriyorum. Kalbimizin üzerine perdeler çekilmiş vaziyette. Kalbimiz makyajlı. Kapatıcıları kat kat sürmüşüz. Renkli dünyalarımız üç beş allık fırçasından ibaret. Göstermelik. Üstelik, kendimizi bu sahteliğin gerçekliğine inandırmışız. Kaptırmış gidiyoruz. Yok mu buna bir dur diyecek?
Jaspers, Suçluluk Sorunu’nda, bizi birilerinin yargılamasına gerek kalmadan biz kendimizle yüzleşelim, der. Hayır. Henüz, kendi hakikatini terazide tartabilecek birine rastlamadım. Yuvaya dönmek isteyen yok. Yuvanın derinliği üzerine düşünen kimse yok. Onun neye benzediği çoktan unutulup gitmiş. İnsanlar, canla başla kurguladıkları yaşamlarında, yuvalarından binlerce kilometre mesafede yaşıyorlar. İnsanlar, kurgu karakterlere dönüşmüşken, kime, hangi yuvaya dönüşten bahsedebiliriz ki? Anlatsan, anlatamazsın. Değmez zaten.
Ne diyecektim? Sadece bir tanesini söylecektim, değil mi? Peki, o zaman.
Bir körün görebildiği, bir sağırın duyabildiği, bir dilsizin konuşabildiği, bir yüreğin ise duyumsayabildiği o nazik, o büyülü sevgi olsun. Hiç beklenmedik bir anda, iyilik perilerinin sihirli değnekleriyle dokunmasıyla, yaşamımızda kırılma ânına yol açan veya çocukluğumuzun yılbaşı kart postallarındaki gibi, ışıltılı simlerin gökyüzünden avuçlarımıza yağdığı, masum ve bir o kadar kışkırtıcı, neşe dolu bir sevgi.
Madem Müjgan Hoca benim kairosum, yazma yolculuğumun başlangıç noktası; madem onun sayesinde şiir aşığı oldum, o halde Edgar Allan Poe ile bitireyim:
“Yatışsın diye yüreğim, ayağa kalkarak dedim:
Bir ziyaretçidir mutlaka kapıyı çalan.
Gecikmiş bir ziyaretçi, usulca kapıyı çalan.
Başka kim olur bu zaman?”
Yuvaya dönüş yolunu arayanlar için: Sevgi, özdür. Kapı çalındığında geç kalınmayan o sevgiyi yaşamanız dileğiyle…