Çöl İncindi
Canım sıkıldıkça, romanların film uyarlamalarını izlerim. Hatta, sinematografik yazılan bazı eserlerin filmlerinin neden hâlâ çekilmediği hususunda şaşkınım. Mesela Hans Fallada’nın kitapları. Okurken sinemadaymışsınız gibi hissedersiniz. Nedir bu sinematografik anlatım, kısaca bahsedeyim. Yazarın, omuzunda sanki bir kamera varmışçasına yazmasıdır. Kamerayı bir oraya, bir buraya çevirir. Sayfalar dolusu bir film izletir size satırlarında. İşte, Fallada bu teknikle yazar. Müthiş bir romancıdır.
Neyse ki bazı edebiyat eserleri ekrana taşındı. Yoksa, aşkı nerede bulacaktık? Bir film de biz mi çekelim yani? Hadi canım sen de!
Louisa May Alcott’un Küçük Kadınlar kitabının filmi iki defa yapıldı. İkisi de güzel, sıcacık. Yalnız ben yenisini daha çok beğendim. Timothee Chalamet’in baş döndürücü yakışıklılığını saymıyorum bile. Yoksa, günlerce çıkamam işin içinden. Okumayanlar için belirteyim. Kitapta şöyle bir cümle geçiyor. “…kitaplar dışındaki her yerde aşka burun kıvırırdı.” Size bir sır vereyim. Yüzlerce renkli kalemim ve onları sığdıracak onlarca kupa fincanım var. Çalışma masamın yarısını kaplamasınlar diye, yanına bir masa daha ilave ettim. Kalem masası. Şaka değil. Okuduklarımın altını renk renk çizerim. Kalemlerimden biri fazla kullanmaktan kısaldığında moralim bozulur. Dağıtmadan konuya dönüyorum hemen.
Altını çizdiğim cümlelerden biri Faulkner’e ait: “Aşkı kitaplara soktukları iyi oldu, yoksa belki de başka yerde yaşayamayacaktık.” diyor. Niye? Gurur ve Önyargı, İkna, Lady Chatterley’in Sevgilisi mi bize aşkı sunuyor yoksa Anna Karenina, Madame Bovary mi? Corelli’nin Mandolini mi veya İngiliz Hasta mı? Jane Eyre mi, Rebecca mı, Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu mu? Aşkın tek adresi kurgu mu?
Sahi, mektup demişken, siz hiç aşk mektubu yazdınız mı? Eski usül. Kalem kâğıt. Gönderdiniz mi hiç, vazgeçip bir köşede sakladınız yahut yırtıp attınız mı? Çok mu romantik, fazla mı antika? Demeyin öyle. Çöl incinir.
O da ne şimdi diyeceksiniz? Açıklayayım. Aşık Hüdai’nin bir dörtlüğü. Diyor ki:
“Sevda sahrasında Mecnun değilsen,
Ne Leyla’yı çağır, ne çölü incit.”
Aman Allah’ım! Nasıl bir söz öyle. Sırf bu yüzden, “çöl incindi” diye aşk sürgünde. Bazen, okuduğumuz bir kitapta, bazen izlediğimiz bir filmde, bir şiirde bazen. Ne sayfalardan fırlayıp gelebiliyor, ne ekrandan dışarıya çıkabiliyor, ne de mısralar arasından kaçıp yanımıza yaklaşabiliyor.
Gerçek dünyanın dinamikleri başka çünkü. Neyin sahrası, neyin sevdası? Hangi Mecnun, hangi Leyla? Çölün incinip incinmeyeceğini düşünen mi var? Yok. Serdar Ortaç şarkısı gibi olsa olsa ‘binlerce dansöz var.’ Kitaplar dışındaki her yerde aşka burun kıvırışımız ondan.
Aşk, büyüsünü yitirmiş, bozuma uğramışken, kitaplara, filmlere sığınmışız. Orada alıyoruz soluğu. Aristoteles’in tragedya kapsamındaki katarsisi yani arınmayı (duygu boşaltımını) böylelikle sağlıyoruz. Sanat bunu yapar. Kahramanlarla özdeşleştirerek duygularımızı boşaltmak suretiyle bizi arındırır. Yoksa vay halimize.
Hadi sizle kenarda köşede kalmış bir şairin, kenarda köşede bırakılmış bir şiirini paylaşayım. Benim zirve şiirlerimdendir. Umudunu yitirmemiş bir bekleyişin şiiri. Çöl her ne kadar incinmişse de, insan doğası gereği onu sevda sahrasına çağıracak birinin varlığını umut ediyor.
Belki kendini boğan
Biri değilim
Yağmur, ne biliyorsun?
Belki bir beklediğim var yaşamdan.
Bir bardak mıyım sanki
Kendiyle dolup taşan?
Belki bir sıcaklık
Kaldı bir yerlerimde
Güneş, ne biliyorsun?
Belki gecelerimden sızan bir ışık…
Bir kum saati miyim
Boşalıp kaldım mı artık?
Belki açacak
Bir şeylerim vardır
Çiçek, ne biliyorsun?
Belki konuşacak
Birkaç söz kalmıştır
Bir gün karşıma çıkacak olanla
Geçmişe, geleceğe dair…
Ahmet Erhan