Başkalığa doğru
Modern hayat denilen bol hazlı hız dünyası, bizi hep daha fazlasına sürüklüyor. Kazandıklarımıza kıyasla yitirdiğimiz o ‘tadı başka’ bazı şeylerin geri dönüşümsüzlüğü, işte bizim cezamız bu: Mahrumiyet. Sahip olduğumuz hayatlar için ödediğimiz bedelin adı. Bu sele kapılıp gittiğimizi anladığımız anda yüzleştiğimiz gerçeğin ta kendisi.
Birilerine, bir yerlere seviyece yetişmeye ve hatta onları aşmaya çalışırken, öz benliğimizden mahrum kaldık. İç dünyamızla muhabbeti unuttuk.
Pascal der ki: “Kalbin, aklın bilemeyeceği sebepleri vardır.” İşte bizler, aklın sebeplerinin ağırlığınca yaşadık. Hep daha iyisine, daha ötesine yol aldık. Vardığımız yer, kalbin kendine has o sebeplerinden öyle uzağa düştü ki, mahrum kaldığımız tüm o başkalıklarımız zaman aşımına uğradı.
Bizi başka yapan neydi?
Mesleğimiz değildi, arabamızın modeli, oturduğumuz semt, unvanımız, etiketimiz değildi. Bilgimiz, entelektüelitemiz, sosyal çevremiz değildi. Bizi başkalaştıran, yüreğimizde beslediklerimizdi. Kim bilir kalbimizi neleri büyütmekten mahrum bıraktık. Bir yanımız, bu çağın adamı oldu. Gücümüzü bugünkü ‘eder’imize borçluyuz. Hız toplumunda önlerde yer alabilmeyi ’eder’imiz sayesinde başarıyoruz.
Hayatın gerçekleri, kalbin hakikatini örseliyor. İki gerçek arasındaki sıkışmışlık hali, gel-gitlerde dolaşmak, var oluş hakikatimize mahrumiyet bedelini ödetecek. Çünkü, kalbin, aklın bilemeyeceği sebepleriyle yüzleşeceğiz.
“Yaşam, mutlu olmak ve hep kazanmak için değil, var olmak ve bir ruh geliştirmek için insana tanınmış bir süreden başka bir şey değildir.” ise, sizin yolunuz hangisiydi?
Kendi uçurumumuzdan aşağıya atlamayı göze alabilseydik, görecektik. Bugünkü kişi olabilmek için mahrum kaldığımız o yol, Frost’un şiirindeki gibi yol ikiye ayrıldığında az geçilmiş olandı. Farkı o yaratacaktı. Zamanın akışkanlığı, geri gelmeyecek olanı beraberinde alıp götürüyor. Benliğimizin özü, masala giriş cümlesi gibi ’bir zamanlar…’ ile başlayıp yarım kalıyor.
Rumi’ye atfedilen bir anektod paylaşayım:
“Kapının Önündeki Derviş”
Bir gün Rumi, kapının önünde bir dervişin oturduğunu fark etti. Derviş, tozlu ve yırtık bir elbise giyiyordu. Yüzü derin düşüncelerle doluydu. Rumi, dervişin yanına yaklaştı ve ona sordu:
“Ne arıyorsun burada, ey derviş?”
Derviş, hüzünlü bir şekilde cevap verdi: “Aşkın gerçek anlamını, Hakikat’i arıyorum.”
Rumi şaşırdı ve şöyle dedi: “Peki, aradığını burada mı bulacaksın?”
Derviş, gözlerini yere dikip düşünceli bir şekilde cevapladı: “Hayır, aslında burada değil. Ancak, kapının içinde bulunanlarla paylaşabileceğim bir şey var mı diye merak ediyorum.”
Rumi, dervişin içindeki derin arayışı anladı ve ona şu öğütleri verdi: “Derviş, senin aradığın Hakikat’in ve aşkın gerçek anlamı kapının içinde değil, kendi içindeki kalpte gizlidir. Kapılar sadece fiziksel sınırlamalardır. Hakikat arayışın, iç dünyanda, özünde gerçekleşmelidir. Kendi kalbine bak, orada aradığını bulacaksın.”
Derviş, Rumi’nin sözlerini düşünceli bir şekilde dinledi ve başını salladı. O andan itibaren, derviş kapının önünde değil, kendi içindeki Hakikat ve aşkın yolculuğuna devam etti.
Rumi’nin “Kapının Önündeki Derviş” hikayesi, insanın gerçek arayışının fiziksel dünyada değil, iç dünyasında olduğunu vurgular. Kalp, gerçek aşkı ve Hakikat’i bulmanın anahtarıdır. Kapının önündeki derviş, bu gerçeği anlayarak içsel yolculuğuna odaklanır ve aradığını kendi içinde bulur.
Günümüz toplumunun değersel çöküşündeki etkenler sıralamasına bunu da katabiliriz. Hakikatimizden kilometrelerce uzaklaşma. Öz benliğimize yabancılaşma sonucu yaşamın özünü ıskalama.
Kalp yuvamızdan ayrı geçirdiğimiz her an ışığımızdan bir parça kaybediyoruz.
Her şey bir anda olur. Ölüm bir anda. Anlamak bir anda. Kalbinizi, zamanın ücra bir köşesinde terk edilmiş o ‘biricik başkalığınızdan’ daha ne kadar mahrum edeceksiniz?