Bahane
Beceriksiz ve tembel insanların sıkça başvurdukları bir yoldur bahane üretmek. Yetersizliklerini ve becerisizliklerini gizleyebilmek için sarıldıkları ve karşılarındakileri insanları enayi yerine koyduklarını sandıkları aptalca metotlardan biridir. Bunu yaşamın her alanında ve her yerde görebiliriz. Ne yazık ki hayatın en küçük birimlerinden itibaren yaşantımızın içine girmiştir. Okula giden çocuk hele bir de küçük yaşta gönderilmişse oyun oynamak daha eğlenceli ve cazip olduğundan derslerini mutlaka aksatacaktır. Ya ödevlerini yapmayacak ve öğretmenine çeşitli bahaneler üretecek ya da annesine yalanlar söyleyecektir. Bahaneler üretmesinin pek çok sebepleri vardır ki, bunlardan en önemlisi öğretmenin cezalandırma biçimidir. Bazı öğretmenler bu konuyu onur meselesi yaptıklarından dolayı ev ödevlerini yapmayan çocukları yaşlarına göre ağır gelecek bir şekilde cezalandırdıkları için çocuk da korkacak ve bahaneler üretecektir. Bu bahaneler yalan söylemekle başlayacaktır. Annem hastaydı, babam annemi dövdü, elektrikler kesikti vb. Böylece daha ilkokul çağında yalan söylemeyi öğrenecek ve yaşamı boyunca yalancılıktan vazgeçemeyecektir bu çocuklar.
Aynı yalan dolu bahaneler evlerinde de devam edecek, aldıkları kötü notları ailelerine izah edebilmek için kullanacaklardır. “Sınıfta bir çocuk var, hiç akıllı durmuyor ve sürekli bizi engelliyor” gibi sınırsız yalanlar. Daha çocuk yaşta yalan söyleyerek bahaneler üretmeye alışan bu çocuklar gelecekte nasıl olurlar, varın hayal edin. Ne bir eğitimci ne de bir pedagogum, bu nedenle sadece kendi görüşlerimdir bu yazdıklarım. Eğer çizmeyi aşıyorsam özür dilerim. Sadece yaşadıklarımdan ve tecrübelerimden edindiğim görüş ve fikirlerdir. Bu nedenle kendi ailemde yalan söylemenin ve bahane üretmenin yanlış olduğunu büyük kızım daha okula gitmemişken sağladık ve bildiğim kadarıyla bizim evde hiç yalan söylenmedi. Söylendiyse de ne kadar mükemmel yalanlar ki hala söylenmedi zannediyorum.
Büyük kızım Başak ve bir alt katımızda oturan kız kardeşimin Başak’tan iki yaş büyük oğlu Özgür, bizim evde büyük bir yaramazlık yaparlar ve sürekli afacanlığıyla tanınan Özgür’ün üzerine kalır bu olay. Başak, çocukluk içgüdüsüyle nasılsa her şey Özgür Ağabeyi’ne mal olduğu için can havliyle “Özgür Ağabeyim yaptı” diye suçu üzerinden atıyor. Özgür de annesinden bir güzel sopa yiyor. Ama eşim biliyor ki bu kabahat Başak’a ait. Başak da suçluluk duygusu içinde odasına kapanıyor. İşten eve geldiğimde olayı öğrendim ve odasının kapısına geçip ağız mızıkasıyla “Yalancı, yalancı, sana kimse inanmaz, sözüne kimse kanmaz” şarkısını defalarca çaldım. Sonunda kapı bir hışımla açıldı ve Başak annesine koşup, “Özgür yapmadı, ben yaptım” diye suçunu itiraf etti. Annesi de “benden değil, git ağabeyinden ve halandan özür dile” dedi. Ve öyle de yapıldı. Aradan 35 sene geçti ve bildiğim kadarıyla bizim evde kızlarım hiç yalan söylemediler ve hiç de bahane üretmediler.
Neyse, konu benim kızlarım değildi ama aklıma geliverdi. İş hayatında da öyle değil midir? Ehliyetsiz ve liyâkatsız ve de vasıfsız birçok insan sırf sendi partilerinden diye iktidardaki siyasetçiler tarafından maruz kaldıkları baskılar sonucu işe alınır ve o işyeri perişan olur. Bu durum özellikle Devlet dairelerinde çok karşılaştığımız bir durumdur. Yapılan her yanlıştan ya da hatadan sonra herkesin bir bahanesi vardır. Ya astını suçlar ya da üstünü. Demez ki, diyemez ki “ben bu işin adamı değilim, ben torpille buraya yerleştirildim” Ama o Devlet dairesinin çarkının dönmesi ve işlerin yürümesi lazımdır. O yüzden gerçek iş bilenler olması gereken işlerini yaparlar ve bu torpilli safralar ise “salla başı, al maaşı” misali çöplenmeye devam ederler. Bu nedenle norm kadrosu 50 olan işyerinde 150 personel istihdam edilir. Bunun adı da Devletin malı deniz, yemeyen domuzdur.
Spor kulüplerinde ve özelikle futbolda da böyle değil midir? Sırf şöhret yapmak veya medya önünde görülüp ihale kapmak amacıyla kulüplerin başına gelenler (İyilerini tenzih ederim) çok olmuştur ülkemizde. Şimdi isim vermeye kalksam başım belaya girer, o yüzden üstü kapalı geçeceğim, sizler zaten çoktan anladınız. Bu tür başkanlar, etraflarındaki asalakların ve iş bilmezlerin dolduruşlarına gelip, futbolla ve ihtiyaç olan mevkilere uzaktan yakından alakası olmayan futbolcuları transfer ederler. Tonlarca paralar harcanır ve simsarlar da yüklü komisyonlar alır. Birkaç hafta hep bahaneler üretilir. “Takım daha çok yeni, uyum sürecine ihtiyacı var.” Üç hafta sıfır puan ve kalede sekiz gol.” Teknik direktör açıklama yapar, “hücuma en az iki, orta sahaya iki ve defansa da iki adam lazım.” “İyi de zaten tam dokuz tane oyuncu almıştınız. Şimdi de altı tane daha istiyorsunuz” diye sormak kimsenin aklına gelmez. Altıncı hafta sonunda teknik direktörün görevine son verilir. Devre arası yeni getirilen teknik direktörün de isteğiyle yedi futbolcu daha transfer edilir. Sonuç; küme düşmek. Yeni teknik direktörün bahanesi hazır “Ben zaten enkaz devralmıştım. “ Başkan ise çoktan kongre kararı almış ve bahanesini hazırlamıştır. “İhanete uğradım, zaten Federasyon önceden karar vermişti bizim düşeceğimize, bu hakemlerle bu kadar.”
Sevgili dostlar, ne yazık ki bahane yaşamımızın her evresine yerleştirilmiş ve öyle de kanıksatılmış ki, bahanesiz günümüz geçmiyor. Kendi içimizde bile öz eleştiri yapıp kendimizi yargılayamıyor ve sürekli bahaneler üretiyoruz başarısızlıklarımıza.
Geçenlerde bir yazımda da bahsetmiştim, Ne zaman adam oluruz diye bir köşe vardı eskiden. Böyle bir soruya verilecek en güzel cevaplardan biri de BAHANE ÜRETMEYİP, ADAM GİBİ ÇALIŞTIĞIMIZ ZAMAN” olmalıdır.