Aynen Öyle
Schindler’in Listesi’ni izleyenler veda sahnesinin dramatikliğini anımsayacaktır. Yahudi yardımcısı Stern, kaçmasına yardım ettiği patronu Oskar’a bir yüzük verir. İç kısmında Musevilerin kitabından İbranice bir alıntı yazmaktadır: “Kim bir hayat kurtarırsa, dünyayı kurtarmış sayılacaktır.” Patron, önce yüzüğü yere düşürür, sonra telaşla yeri eşeleyip yüzüğü alır ve parmağına takar. Müthiş bir metafor. Filmin ana teması o sahnede işlenmiş.
Tüm hayatını ‘büyük adam’ olmaya adayan ve bu uğurda Nazi katliamına kimi zaman sessiz kalan, kimi zamansa Nazilerle ‘sırf işi yürüsün’ diye ortak hareket eden bir adamın her geçen gün giderek güçlenip zenginleşmesi, ama bir yandan vicdanının sesini ufak ufak duymaya başlamasıyla eş zamanlı dönüşümünün de başlamasını konu alıyor.
Oskar, vicdanını susturmayı bırakıp tüm servetini 1100 Yahudi’nin kurtulması için harcıyor. Filmin sonunda ise “Fazladan bir insan daha kurtarabilirdim ama yapmadım, kurtarmadım.” diyerek kendi gerçeğiyle acı bir şekilde yüzleşiyor. Olağanüstü bir sahne. Yardımcısı Stern ise, filmin ilk anından beri onunla beraber olduğundan, günün sonunda patronuna sevgiyle bakıyor. İşte son sahnenin metaforik açılımı bu. Yüzük, bağlılığın simgesi. Adam, yaşamının bir bölümünde yere düşürdüğü insani yanını yitirmişken, o bağı yeniden kurdu.
Edebiyatta, tiyatroda, sinemada karakteri eylemlerinden tanırız. Günlük yaşantımızda da aynısı geçerlidir. Şöyle bir düşünün. Gerek özel, gerek iş hayatımızda onlarca kişiyle muhatabız. Bugüne kadar kaç tanesi söylem-eylem birlikteliği gösterdi? Söz başka, davranış başka. Sürekli bir tutarsızlığa maruz kalıyoruz. Kimsenin üstüne alınmaması ayrı bir mesele.
Söz, ancak eyleme geçtiğinde kıymet bulur. Tek başına anlamı yok.
Başka bir örnek vereyim. ‘Aynen’ kelimesi dilimize pelesenk olmuş. Birisi bizi onaylasın veya geçiştirsin diye söylenen çakma bir sözcük. Karşımdaki kişinin düşüncesini şeffafça sunmasını kıymetli bulurum. ‘Aynen’ sözcüğü benim nazarımda hükümsüz.
Hükmünü yitiren sadece sözler mi? Hayır. İnsanlar da cabası. Sadeleşmenin acil ihtiyaçtan, su gibi hava gibi gerekli olduğuna uyanmak için yaşı başı almayı beklersek geç kalırız.
Hani, ‘hayatınıza pat’ diye birisi girer ve sanki o zaten hep varmışçasına yakınlık duyarsınız. Üstelik, tek taraflı değildir, karşılıklıdır. Bahsi geçen arkadaşım sohbet sırasında, sıkışmışlığından söz açarak dert yandı. Kendisi çok başarılı bir iş kadını. Sadece mesleğinde değil, ayrıca başka konularda eğitimli, donanımlı. Yalnız, içine dert olmuş. Bir takım insanların, tek bir telefonla, o dernek bu dernek, ödüle layık görülmesinden, çevresi sayesinde prim yapmasından sıtkı sıyrılmış. O taraflarda işlerin nasıl döndüğünü iyi bildiğinden, bu sahtelik tiksindirmiş onu. Öyle güzel bir insan ki, şahsiyetine ters düşeceğinden, dünyaları verseler ‘al gülüm ver gülüm’ topluluklarında barınmaz.
Onu çok iyi anlıyorum. İnsanların girmek için kapısında beklediği, ancak belli bir statüye erişince veya tanıdıkları vesilesiyle girebildikleri o derneklerin, grupların içine doğup büyüdüm. Eli kolu her yere uzanan, güçlü bir babanın kızı olunca, bazı şeyler altın tepsiyle sunuluyor. Bu altın tepsi, sahiden altın mı, yoksa kaplamadan mı ibaret, yaşadıkça anlıyorsunuz. Dünyaya farklı pencereden baktığımdan, içinde yetiştiğim o kültürden uzak durmayı tercih ettim.
Nedir peki bizi tatmin etmeyen? Bizi böylesine sıkıştıran o duygu nedir? Sahicilik. Hakikatten noksan ortamlara aidiyet gösteremiyoruz. Sartre’nin bulantısı baş gösteriyor. Var oluşsal kopuş yaşıyoruz. Oysa, hayattan istediğimiz bu değil. Anlam arayışımızın istikameti tamamen soyut. Manevi. Derinlikli, incelikli, yalın. Bizim ‘büyük adam’ algımız, mesleğiyle, statüsüyle yükselenler değil. O kısmı çoktan geçtik biz. O yolu çoktan yürüdük, bitti. Başka türlü bir şey bekliyoruz. Duru bir bakış belki. Kalp atışını yüreğimizde hissedeceğimiz bir sıcaklık. Üşüdüğümüzde, biz sormadan elini uzatacak bir el. Göz göze geldiğimiz anda birbirimizi anlayacağımız bir yakınlık.
Yaşamın anlamını, kendi mahallesiyle sınırlandırmayan, aksine mahallesinden dışarı çıkarak bilmediği hayatlara dokunan insanlar arıyoruz. Var oluşsal kaygı taşıyanları. Dünyayı güzelleştirmek isteyenleri. Dünyayı güzelleştirirken kendine yol yürüyenleri. Gemisini yürüten kaptanları değil. Balon balıklarını hiç değil.
Dolayısıyla, sade, butik hayatlar yaşıyoruz.
Okuduklarımız, bizzat tecrübe ettiklerimiz veya tanık olduğumuz her ne varsa, bizde dönüşüme neden olmuyorsa eğer, başka ne işe yarıyor? Oskar, Oskar’lığından vazgeçtiğinde gerçekten Oskar’a dönüştü.
Yanlış hatırlamıyorsam, eski Ahit’te yazıyordu: “Güneşin altında yeni bir şey yok.” Evet. Yok. Şu gıcık kelimeyi ben de kullanayım artık. Ayyynen öyle. İnsan, hep aynı insan. İstisnalar, eğer bu yazıyı okuduysanız, adres belli. Lütfen karşıma çıkar mısınız? Sizi mumla çırayla arıyorum. Neredesiniz?