Aşk Denklemi
Defalarca gidip geldim. Yazıp yazmamak arasında kararsız kaldım. Çünkü, itiraf edeyim, elle tutulur yanı olduğuna inanmıyorum. Peki, madem öyle, neden yazıyorum şimdi? Konu, günlerdir dürtüp sıkıştırdığı ve artık bu sıkışıklıktan kurtulmak için. Genelde durum budur. Bir mesele aklımı kurcalar, kemirir ve onu fikrimden ancak yazarak azat edebilirim.
Gözlemlediğim kadarıyla Freud’un ‘tecrübe’ açılımına harfi harfine uyuyoruz. Kalbiyle bağlantısı kesilmiş insanlarız ve ne yazık ki artık çok geç. Aşkın eşitlikten doğduğunu, eşitlik bozulduğunda denklemin çözülemeyeceğini tecrübe ettik. Matematikten hatırlayacaksınız, iki veya çok bilinmeyenli denklemleri. İlişkinin daha iki kişilikken bile adam akıllı kurulamazken çok bilinmeyenli denkleme dönüşmesi meselesi, insanları kısır döngüye sürüklüyor.
Doğru tanımlamalardan yola çıkarak, kişilerin iç dünyalarında çözümlere gitmesinin yarar sağlayacağı kanısındayım. Sorunun odağına, kendini bilmeme (tanımama) hali ve hemen akabinde denkliği olmayan insanlarla bir denklem yaratma çabasının nafileliğini, artı olarak ise sevgi anlayışımızın deformeliğini koyabiliriz. İnsanların sürekli yeni bilinmeyenlerle, hayatlarına çözümsüz problemler ekleyip çıkararak devam etmesinin türlü sebeplerini tek bir yazıya sığdırmak mümkün değil. O nedenle, kısıtlandırarak birkaç noktaya değineceğim.
Erich Fromm, “olmak ve sahip olmak” kavramlarını özetle şöyle örneklendirerek birbirinden ayırıyor: Yolda bir çiçek gördüğünüzde, onu çok beğenirseniz, koparıp evinize götürür, vazoya koyarsınız. Yani ona sahip olursunuz. Yine aynı çiçeği severseniz eğer, onu koparmaz, her gün görmeye gelir ve sularsınız. Yani onunla olursunuz. Bir insanı sevmek de böyledir. Onu kendi toprağında bırakıp, ona özenle bakmak. İtina kelimesi, sizi bilmem ama, benim için çok değerli.
Erich Fromm’a göre, birçok insan sevgi sorununu evvela sevilmek olarak görüyor. Onlar için sorun nasıl sevilebilecekleri. Problemin ana kaynağını teşhis etmiş. Sevilmek arzusunun tatmini. Halbuki sevmek, sevilmekten önce gelir. Senden ne alabilirim demek, sevilmekle ilintili. Sana ne verebilirim demekse, sevmekle ilintili. Veren el, alan elden üstündür. Daima.
Ne var ki; hayat bize teoriyle pratiğin örtüşmediğini öğretti. Özlü sözlerin sadece lafta kaldığını, söz eylem birlikteliğinin o biricikliğini, o istisnalığını ıskalaya ıskalaya, kalbimizle aramıza yanılsamalar girdi.
Çünkü, ta en başında denklemi yanlış kuruyoruz. Eşitsizlik üzerine yerleştirmeye çalışıyoruz öğeleri. Karşımızdaki insanla benzer aile yapılarından, benzer yetiştirilme şeklinden, benzer görgüden, benzer eğitim düzeyinden gelmedikçe; benzer maddi imkanlara, benzer dünya görüşüne, benzer siyasi duruşa, benzer entelektüel düzeye, benzer yaşam tarzına sahip olmadıkça, uzun vadede ilişki yürümüyor. İte kaka gidiyor. Sırf, gitsin de nasıl giderse gitsin diye.
Dikkat ederseniz ‘benzerlik’ sözcüğünü kullandım. Aynılık mümkün değil ve sıkıcı. Farklılıklar ise, elbet olacaktır ama, asgari düzeyde kalması mühim. Tolere edilebilir seviyede.
Zamanla, zaten başkalaşıyoruz. Hücrelerimiz, bedenimiz değişime uğrarken; karakterlerimiz de bundan nasibini alıyor. Karşımızdaki için de hâl böyle. Onun değişimi ile bizimki aynı doğrultuda gerçekleşmeyebiliyor. Birbirimizin dönüşümüne ayak uyduramayabiliyoruz. Eğer, ilk andan beri aramızda büyük farklılıklar varsa, üstüne yenileri eklenerek ya duvarlar örülüyor veya uçurumlar açılıyor. İletişim, bir ilişkiyi yürütmede en önemli beceri. Aynı dili konuşmadıktan sonra neyin iletişimini kuracaksınız?
Bu yanılsamalarda Hollywood filmlerinin de payı var. Bizim kültürümüzde sevgi, hem içkin hem aşkın bir bütünlükte kendini gösterir. Ferhatlar, Keremler, Leylalar, Mecnunlar… Kollektik belleğimize kazınmış bir sevgi anlayışından bahsediyorum. Filmlerden zihnimize boca edilen aşk ise aksine, bir çift bakıştan başka bir çift bakışa kolaylıkla kayabilen; aynı hızla bir yataktan diğer yatağa geçebilen; hazza dayalı, dolayısıyla tüketim endeksli, kaygan zeminli bir popüler kültür ürünü. Deforme bir tür.
Bizim kültürümüzde aksaklıklar yok mu? Var tabii. Levi Strauss, ‘yapının (toplumun) iradesi kişinin iradesini kuşatır’ der. Tek cümle ile ‘tam on ikiden’ ifade etmiş. Kalbimizle bağlantı kurmak yerine toplumun dayatmasının hayatımızı yönetmesine izin veriyoruz. Bizden beklenene uymak kaydıyla doğruyu yaptığımıza inandırıyoruz kendimizi. Şartları değiştirmeye cesaretim yok, diyemiyoruz.
Kaçınılmaz son. Kimileri, hayat böyle geçmez deyip, kaçış alanları yaratıyor. Denkliği dışındaki kişilerle ilişkiye giriyor. Batıyor çıkıyor. Aynı döngüde geçiyor yaşamı. Kimileri ise mevcudu mevcut haliyle korumaya uğraşırken, kabullenmesini kolaylaştırıcı çeşitli yollar deneyip duruyor.
Müstesnalar hariç. Kendi içine yolculuk yapanların durumu başka. Onların arayışı da, bulduğu da kendilerindedir. Varlığını bir amaca dayandırırlar; kişilere veya beklentilere değil. Mecnun’un halini onlar anlar.
Geldiğimiz yer, üzülerek, Fromm’un savunduğu gibi sevginin bir inanç eylemi oluşunu unuttuğumuz; inancı olmadığından sevgisi de olmayanların hüküm sürdüğü bir çağda, kalp atışlarımızın rayından çıktığı, yönsüz, yurtsuz bir yer. Sevginin hakikatinden her geçen gün bir parça daha aşırıyoruz. Anlam kayması mı desem, kargaşası mı? İkisi de aynı kapıya çıkıyor.
Kast ettiğim uçarı kaçarı bir aşk değil, hevesten öteye geçmeyen hazların tatmini yahut sadece bağımlılıktan kaynaklı sülükvari bir yapışkanlık da değil. Ayakları yere sağlam basan sevgiden bahsediyorum. Bence, ne demek istediğimi çok iyi anladınız. O yüzden, daha fazla devam etmeyeceğim.
Dışımızdaki realistin, içimizde debelenip duran romantiği her tecrübede yere serdiği gerçeğini, bir şiirin ilk dizesiyle kanıtlayayım: “Aşk, başlamadan güzel.” Günün sonunda, sınıfça matematikten çaktık.