Hasret Rüzgarları
“Hasret rüzgârları çok erken esti
Savrulduk sevgilim dertlerden yana
Zamansız dökülen yapraklar gibi
Ayrıldık sevgilim doymadım sana”
Tüm şarkılarını büyük bir hazla dinlediğim sevgili Müslüm’ün söylediği çok duygusal şarkılarından birinin ilk dörtlüğüyle başladım bugün yazıma. Hasret rüzgârları esmeye başlayınca durmak bilmiyor bir türlü. Önce pek hissedilmiyor etkisi ama bir müddet geçince rüzgârdan çok fırtınaya ve kasırgaya dönüştüğünü anlıyorsunuz ama iş işten geçmiş oluyor. Hasret ne demek önce onu biraz incelemek istiyorum.
Ele geçirilemeyen veya elden kaçırılan bir kıymete veya sevdiğine yanmak, onu çok özlemek anlamına gelen Hasret kelimesi dilimize Arapçadan geçmiştir. Ayrı düştüğü çok değerli bir şey için yanıp tutuşmak anlamına gelir. Bu bir nesne olabildiği gibi bir insan da olabilir. Yitirdiğimiz bir sevgili, anne ve baba ya da uzakta kaldığımız çocuk gibi çok değer verdiğimiz kişilere veya nesnelere duyulan özlemdir. Ayrıca geçmişte yaşanılanlara veya geçmişe duyulun özlem de olabilir hasret. Cümle içinde hasret bırakmak, hasret kalmak, hasretlik çekmek, hasret gidermek gibi çeşitli kullanımları vardır.
Benim bugün anlatmaya çalışacağım konu nesnel hasretler değildir. Bugün geçmişe ve sevdiklerimize olan hasretlerimizden bahsedeceğim. İnsan, içinde sevgi barındıran ve aşık olabilen ender yaratıklardan biridir. Yaşımız ne olursa olsun sevgiye ve aşka hep açızdır. Aşkın mekanı ve zamanı olmadığından ne zaman aşık olunacağını hiç bilemeyiz. Ya da hiç aşık olamayız, sevgilerimiz hep yüzeyseldir. Bu da kişinin karakter yapısının özelliklerindendir. Aşk deyince de illa ki karşı cinse olan duygular olarak algılamamak gerekir. Aşk bazen bir bilinmeze veya görünmeze de olabilir. Ki bunun örnekleri çoktur. Yunus Emre’nin, Hacı Bektaş Veli’nin, Mevlana’nın Allah’a olan aşkı gibi. Sonsuzluğa ve yaratıcıya olan sonsuz aşklar da vardır. Mecnun’un Leyla’ya, Ferhat’ın Şirin’e olan aşkları gibi bir türlü kavuşulamayan aşklar da yaşanmıştır dünya üzerinde.
Bence bu aşkları ölümsüz kılan en büyük sebep vuslatın olmamasıdır. Bu aşıklar birbirlerine kavuşmuş olabilselerdi belki de bugün böylesi aşklardan hiç bahsedilmeyecekti. Tanrı aşkı ise inançlarımıza göre eninde sonunda gerçekleşecektir. Dünyevi aşkların en büyük özelliği HASRET çekilmesidir. O muhteşem aşkları ölümsüz kılan en önemli şey Hasretliktir. Sevdiklerine duyulan hasret o kadar güçlüdür ki Ferhat’a dağları deldirmeye kadar vardırmıştır.
Bir de geçmişe duyulan özlemler vardır ki bu da başlı başına bir inceleme konusu olan hasrettir. Bu durum son yıllarda daha da hissedilir hale gelmiştir. Gerek ekonomik gerekse duygusal açıdan geçmişe duyulan özlem her geçen gün artmaktadır. Ancak, kanımca bu özlem, yaşı 40’ın üzerindeki insanlarımızda daha belirgindir. Zira yaşamın daha kolay olduğu yıllardı geçen yıllar. Sevgi ve hoşgörü daha egemendi insanlarımızın üzerinde. Kimse bir diğerini parası ile ölçmüyor, insani özellikleriyle tartıp biçiyordu. Para ve gösteriş hiç bu kadar ön plana çıkmamıştı. Belki ayaklarımızda marka ayakkabılar yoktu ama yolda yürürken sevgiye doğru yürürdük. Belki sırtımızda marka gömlekler yoktu ama o gömlekler içimizi sevgi ile ısıtırdı. Sanırım bizim hasretimiz geçen zamana değil de geçen zaman içindeki insani duygularımızın yüceliğine. O kadar çok özlüyor ve hasret çekiyoruz ki o günün yaşamına.
En acı ve yoğun hasret ise yitirdiklerimize duyduğumuz hasret. Hep biliyoruz aslında, giden geri gelmiyor. Ama o anasızlık ve babasızlık var ya biliyorum hepimizin içini kemiriyor ve için için gözyaşları döküyoruz kimseye çaktırmadan. Fakat yapacak hiçbir şeyimizin olmadığını bilmemizin çaresizliğini kabul etmek zorunda kalıyoruz. Giden sevdiklerimize hasret duyguları içinde rahmet ve kalanlarımıza da sağlık ve esenlikler dileyerek yine Müslüm’ün bir şarkısının sözleriyle bitirmek istiyorum.
“Gidenlerin yerini başkaları alıyor, telaş etmek boşuna her şey burada kalıyor.”