Uçak Korkusu
Çocukluğumdan itibaren ayrı yaşadığımız babamın ilk gençlik yıllarımda hastalandığını fark ettim ve doktora götürdüm. Her ne kadar söylemese ve saklamaya çalışsa da çok kötü öksürüyor ve kan kusuyordu. SSK’nın doktoru olan Hülya Ablamız aynı zamanda aile doktorumuz gibiydi. Babam olduğunu söylediğimde çok şaşırdı, çünkü benim babamın olmadığını biliyordu. Sonra anlatacağımı söyledim, babamı akciğer filminin çekilmesi için röntgen odasına götürürken. Röntgen sonuçlarını inceleyip babamı dışarıda bekletirken “Metin ol yavrum” dedi, “ne yazık ki akciğer kanseri ve çok ilerlemiş” Hayatımın ilk acı sürprizi oldu bu. Pek tanımadığım, sevip sevmediğimi dahi bilmediğim, ama “başımda bir babam olsun ve çok seveyim” diye içimi kemiren bu tarifsiz duygular içinde ağladığımı fark ettim. Hülya Ablam teselli etmeye çalıştı. “Birkaç tahlil daha yaptıralım, ama Adana’da bu zor. Ankara’da yaptırmak lazım” dedi.
İlk uçak yolculuğum bu nedenle gerçekleşti. Ne tip bir uçaktı hatırlamıyorum ama küçücüktü ve kanat tarafına oturmuştum. Sürekli sallanıp durdu uçak. Oldukça heyecanlanmıştım ama çok da keyifli bir yolculuktu. Uçakla yolculuk bu şekilde başladı. Daha sonra işim gereği sürekli olarak İstanbul’a gitmem gerekti ve kısıtlı zaman nedeniyle hep uçak yolculuğunu tercih ettim. Bu yolculuklar sırasında uçakla yolculuk sırasında korkan o kadar çok insan gördüm ki, biraz gençlik biraz da muziplik ve hayatı fazla iplememek duyguları ile hep güldüm. Hatta bir gün yanımda oturan orta yaşlı bir adamın neredeyse hatim indirdiğini görünce “Korkmayın “ dedim, en güvenli yolculuk aracıdır uçak. Daha bugüne kadar hiçbir uçak havada kalmamıştır.” Kısa bir an sonra daha da panikledi adamcağız, yaptığım çirkin şakadan dolayı utandım ve uçak inene kadar tek kelime bile etmedim.
Çalıştığım şirketin bulunduğu binada komşumuz olan bir uluslararası ticaret firmasında Bülent diye çok zeki, zeki olduğu kadar da çok saf bir arkadaş çalışıyordu. Gözleri oldukça ileri derecede miyoptu ve cam dibi gibi gözlük takıyordu. Alman aktör Klaus Kinsky’ye çok benzeyen bu arkadaşım İran’a gidecekti ve ilk defa da uçağa binecekti. Heyecanını ve korkularını anlattı. Ben de ona göre uçakla yolculukta çok tecrübeli olduğumdan öğütler verdim. “Bülent, uçağa bindiğinde bir hostesi gözüne kestir ve sürekli onu izle. Nasıl ki senin canın tatlıysa onun da canı tatlı. O rahatsa sen de rahat ol, o sakinse sen de sakin ol” Bu ve buna benzer birkaç öğütten iki gün sonra İran’a gitti ve işini bitirip döndüğünde başından geçenleri anlattı, gülmekten kırıldık.
Öğütlediğim gibi uçağa binmiş ve bir hostesi sürekli olarak izlemeye başlamış. Kızcağız nerede Bülent de gözleriyle onu takip ediyor. Tabi birkaç saatlik yolculuk ve hostes kız bütün nezaketiyle Bülent’in yanına yaklaşıyor ve yavaşça “Beyefendi ben nişanlı bir kızım, lütfen beni daha fazla rahatsız etmeyin.” Bülent büyük bir utanç içinde yanlış anlaşıldığını ve neden öyle davrandığını anlatıyor. Hostesle birlikte kulak misafiri olan tüm yolcular kahkahalarla gülüyor ve konu Kaptan Pilota kadar gidiyor ve Bülent’e yolculuk sırasında özel ikramlarda bulunuluyor ve çok keyifli bir yolculuk yapıyor.
İşte böylesine gerek yurt içi gerekse yurt dışı uçak yolculuklarına alışan ben 1986 yılında İstanbul’dan Adana’ya dönerken hayatımın en kötü uçak yolculuğunu yaptım. Aralık 1986, korkunç bir fırtına ve bardaktan boşanırcasına yağan yağmur ve uçak içinde 3 saat rötar. Sonunda yavaş yavaş piste yürüdü uçak ve havalanmaya başladı. Küçük ama güvenli uçaklardan biriydi. Normalde üç yüz fiti bulunca uçağın yükselmesi “Sigaralarınızı söndürün” yazısı söner ve hemen anında sigaralar yakılırdı. Ne üzücüdür ki o zamanlar toplu taşıma araçlarında sigara içmek serbestti ve ben de sigara içiyordum. Beş dakika sonra da “Emniyet kemerlerinizi takınız” yazısı da söner ve uçakta ikram servisi başlardı. Ancak on dakika oldu ve hiçbir yazı sönmedi ne sigara yakabildik ne de kemerlerimizi çözebildik. Ama beşik gibi sallanıyoruz. Sanki kayalık bir arazide Murat 124 ‘le gidiyoruz. Takur tukur sesler geliyor, sağımızda solumuzda şimşekler çakıyor ve uçağın içi bembeyaz ışıkla doluyordu. Uçakta yolcuların nefes alışları dahi duyuluyordu. Yaklaşık on beş dakika sonra yazılar söndü ve hemen peş peşe sigaralar yakıldı ve ikramlar başladı. Önden üçüncü sıradayım, aldığım kahveden bir yudum aldım ve sanki uçak kırılıyormuş gibi bir ses ve elimdeki kahve üstüme döküldü, herkes gibi bende havaya sıçradım ve yukarıdaki bagajlardan bazılar açılıp yolcuların üzerine saçıldı. Hostesler çil yavrusu gibi dağılıp kendi alanlarına gittiler. Tam on beş dakika sürdü bu durum. Daha sonra ortalık sütliman oldu ve kaptan pilot kötü hava şartlarından ve uçağın türbülansa girdiğinden bahsedip yolcuları sakinleştirmeye çalıştıysa da ağlayanlar, bağıranlar ve hatta kusanlar ve zavallı hostesler. Yolcuları rahatlatmak için olağanüstü çaba sarf ettiler yüzlerindeki gülümsemeyi eksik etmeden. Sonunda Adana’ya sağ salim ulaştık. Bazı yolcuların yere iner inmez asfaltı öptüklerini gördüm.
Öyle bir korku ki bu değerli dostlar, o günden bugüne mecbur kalmadıkça uçağa binmedim. Ha, yine de en güvenli ulaşım aracı olduğunu kabul ediyorum. Ama yaşamayan bilmiyor bu çaresizliğin ne olduğunu.
Sağlıklı ve keyifli yolculuklar.