Dolar 34,5306
Euro 36,1974
Altın 2.964,88
BİST 9.367,77
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Bursa 21°C
Az Bulutlu
Bursa
21°C
Az Bulutlu
Cum 18°C
Cts 7°C
Paz 8°C
Pts 9°C

Hayatı Iskalamak

6 Ocak 2021 10:50
418
A+
A-

Bir yaşam kavgası, bir var olma savaşı ve sonuç;   tüketilmiş bir ömür. Bizim kuşağı tanımak gerekir önce. Adına 68 kuşağı denen hem çok şanslı hem de çok şanssız bir kuşak. Yaşım 68 kuşağını tutmasa da ilkokula beş yaşında başlayıp üniversiteye yaşıtlarımdan iki sene önce gidip bu muhteşem kuşağın kenarından da olsa içinde olabildim.

Bu kuşağın en büyük avantajı yoklukta herkes neredeyse eşitti. Zengin, parmakla gösterilebilecek sayıda azdı. Her çocuk ağabeyinin giysilerini mutlaka giyerdi.  Ağabeye olmayan giysiler küçültülüp küçük kardeşe de giydirilirdi. Bedenine uygun elbise giymek çok ender rastlanılan bir olaydı. Zira elbise alınırken zorunlu mantık, “Biraz büyük olsun, gelecek sene de giyer” mantığıydı. Bu durumdan gocunan çocuk sayısı çok azdı. Çünkü anne babaların içinde bulundukları durum bu çocukları olduğundan daha çabuk olgunlaştırırdı.

Oyuncak da bilmeden büyüdü bu çocuklar. Kızlar bebeklerini kendileri yapar, oğlanlar da tellerden bisiklet yaparlardı.  Futbol topu olan takım kurar, onun keyfine göre futbol oynanırdı. Her üç çocuktan biri Fenerbahçeli, biri Galatasaraylı, biri de Beşiktaşlı olurdu. Lefter, Metin, Şükrü en çok verilen isimlerdi erkek çocuklarına. Ama hiçbir zaman bir takım için birbirlerine hakaret etmediler. Radyodan maçı birlikte dinleyip birlikte üzülmüş ya da mutlu olmuşlardı.

Her anne ve babanın ortak özlemi çocuklar okumalı ve büyük adam olmalıydı. Doktor, kaymakam, vali ve de albay… Bu nedenle babalar sigarayı azaltır çocuklarına kitap almaya gayret ederdi. Ha bir de kütüphaneler vardı okullarda ve şehirlerde. Çocuklar ve gençlerden gerçekten okumak isteyenler bu kütüphanelerden çıkmazlardı. Sadece okulda okutulan ders kitaplarının dışında yasak olmayan yayınlardan dünya klasikleri mutlaka okunurdu. Gorki’yi, Tolstoy’u okumayan genç yok gibiydi. Okullarda münazaralar yapılırdı. Öğretmen bir konu verir ve bu konu hakkında iki grup oluştururdu. Tez ve antitezler halinde bu gruplar fikirler üretir ve bu fikirleri savunurlardı. Okullarda en büyük etkinliklerden biriydi bu münazaralar.

Bu çocuklar büyüyüp genç olduklarında okumaya devam edenlere devam edemeyenler gıpta ile bakar ama her türlü yardımı da yaparlardı. (Ha, yüksekokul okuyamayan gençler de bugünün gençlerinden daha bilgiliydi. Zira ortaokul ve lisedeki eğitim bu günkü eğitimle kıyas dahi edilemeyecek kadar muhteşemdi.)  “Ailemizden, mahallemizden ya da kentimizden bir Vali çıktı” diyebilmenin gururunu yaşamak için.

Birer iş güç sahibi olmaya çalışan bu gençlerin yanı sıra okumaya devam eden gençlerin en büyük sorunu 68’den sonra başladı. Fransa’da başlayıp dünyayı etkisi altına alan öğrenci hareketleri ve emperyal güçlerin ülkemizde oynadığı oyunlar sahneye konulmuş ve kardeş kavgaları başlamıştı. Ki, bu başlı başına kitaplar yazılabilecek bir konu olduğu için bu yazımda bu kadarla geçeceğim.

Okuyanı, okumayanı bu kuşağın en büyük sorunu “seni seviyorum” diyememek ve sevdiğine sevdiğini gösterememekti. Öyle görmüşlerdi çünkü. Babalarının bir gün bile olsun saçlarını okşadığı vaki değildi. Anaları bile babalarının yanında çocuğunu sevemezdi. “Çocuğu şımartmamak” gibi bir ilkeleri vardı. Ne zaman ki bu kuşak da evlenip çocuk sahibi olmaya başlamış ve çocukları olmuştu ki babalarının kendilerine göstermediği sevgiyi abartırcasına torunlarına göstermeye başlamışlardı. İşte bu rol model babalar yüzünden kendileri de çocuklarına sevgi göstermede babalarına benzemeye başlamışlardı. Ama en azından el ayak çekildikten sonra çocuklarına biraz olsun sevgi gösterebilmişlerdi.

Yaşam mücadelesi de ayrı bir zulüm olarak karşılarında durmaktaydı. Sürekli gelişen teknolojiye yetişmek zorunda olmak, her gün dünden biraz daha fazla çalışmayı gerektiriyordu. Lambalı tahta radyo döneminden televizyona, siyah beyaz televizyondan renkliye, 20 yıl bağlanmasını bekledikleri telefondan görüntülü akıllı telefonlara yetişmek baş döndürücü bir hız gerektiriyordu.

Bahçeli tek katlı, çoğunun çatısı çinko kaplı özgürlük anıtı türünden evlerden cezaevi timsali çok katlı apartman dairelerine sahip olmak için verilen çabalar anlatılamayacak kadar hüzün doluydu. Her apartmana taşınan birey özgürlüğünün bittiğini yönetim toplantılarında çıkan kavgalardan sonra daha iyi anlıyordu. Ancak, şehrin etrafını sarmış olan o güzelim yemyeşil bağlar bozulup birer arsaya dönüştükçe çemberin ne kadar daraldığını daha iyi anladılar ama çok geçti artık.  Her hafta sonu evlerinin bahçelerinde yaptıkları mangal keyfini çoğu çalışmayan apartman dairelerinin balkonlarında “barbekü” partisi olarak yapmaya çalışıyorlardı. Ya da şehirden onlarca kilometre uzaktaki kırsala gitmek gerekiyordu.

Tüm bunlar için birer de otomobil lazımdı tabii ki. Önce ineklerin de ağızlarını sulandıracak kadar lezzetli olan Anadol marka otomobil, arkasından da kuş ve dağ serisi otomobiller çıktı tenekeden bozma. Apartman dairesi için aldıkları banka kredilerini daha bitiremeden liseyi yeni bitirmiş çocuklarını da birer işe sokup ailecek çalışmaya ve bir de otomobil kredisi ödemeye başladılar. Kazancın neredeyse tamamı kredi borçlarını ödemek için çalışmakla geçiyordu.

Şanzumanlı arçelikten tam otomotik çamaşır makinesine geçmek, siyah beyaz televizyonları renklilerle değiştirmek ve onları da tüpsüz letlere çevirmek de yine krediyle oldu. Cep telefonları da dünyayı ellerinin içine koyuvermişti. Kendileri, ilk çıkan pabuç kadar telefonlara razı oldular ama çocuklar, “akıllı olsun, görüntülü olsun” dediler ve bunlar için de bankalar kapıda bekliyordu. Ne reklamlar çıkıyordu bir bilseniz; “Macit beni otomobillendir” diyen seksi bir hanımefendinin cilveli pozları mı, yoksa “en büyük banker bizim banker” diyen ünlü film yıldızları mı?

Eh, “ne verirsen onu yerler” diyen emperyalizmin sunduğu cazibeler yaşamın her alanında vardı. Sabahın köründe işe gidip bir günde birden çok işte çalışıp  yorgun argın eve dönüp hala taksitlerini bitiremedikleri televizyonun karşısına geçip on dakika sonra uyuya kalmak gibi bir yaşam biçimi vardı artık. Ne okudularsa gençken okudukları ile sınırlıydı artık okumaları. Gazete almak dahi bir masraftı ve gerek de yoktu. Nasılsa televizyonlarda gazetelerden haberler veriliyordu ya. Sinemaya ancak çocukları gidebiliyordu. Zira ailecek sinemaya gitmek ciddi bir harcamayı da beraberinde getiriyordu. Bu yüzden sinemayı da bir yıl sonra televizyondan takip ediyorlardı. Hayallerinde kalmıştı, Anthony Quinn’ in 25. Saati, Peter O’Toole’nin Goodbye Mr.Chips’i, Yılmaz Güney’in Umut’u, Omar Şerif’in Dr. Jivago’sunu arkadaşlarla izleyip derin tartışmalara girmek. Şimdi bekle ki Güldür Güldür başlasın da biraz gülelim, ya da O Ses Türkiye.

Nereden nereye gelinmişti. Hani Amerikan bahriyesini denize döken gençlik, hani Milliyetçi Türkiye diyen gençlik. Hepsi birer birer tükeniyordu. Global emperyalizm teker teker farklı potalarda eritip aynı imbikten geçirmişti. Şöyle bir geriye baktıklarında ortalama 70 yıl nasıl da geçmişti. Çocukluğunu ve gençliğini tam olarak yaşayamadan birer yetişkin oluvermişlerdi aniden. Ve bu yetişkin çocuklar “ben göremedim, çocuğum görsün, ben yiyemedim, çocuğum yesin, ben yapamadım çocuğum yapsın” diye diye bir hayatı ıskalamışlardı. Tek tesellileri şimdi eğer ayakta durabiliyorlarsa torunlarına bahçeli bir ev peydahlayıp onların beton bloklardan kurtulmalarını ve bitmekte olan doğanın ucundan tutmalarını sağlamaktı. Nasılsa ömür bitmek üzereydi ve hiç olmazsa torunlar için son barutlarını harcamalıydılar. İşte böyle bir kuşak yavaş yavaş tarihin tozlu sahifelerinin içinde kaybolmaya başladı.

Güle güle gençliğim, güle güle ıskaladığımız hayat.

YAZARIN EKLEMİŞ OLDUĞU YAZILAR
21 Eylül 2021 09:27
3 Ağustos 2021 15:51
9 Mart 2021 11:49
24 Eylül 2021 08:30
4 Ağustos 2021 11:06
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.