Köksüzün Düşü
Necib Mahfuz’un sözü, birkaç gündür aklımı cırmalıyor. “Ev, doğduğunuz yer değildir. Ev, tüm kaçma çabalarının bittiği yerdir.”
Kendi payımıza düşeni çekip çıkarana dek ve belki yaşadığımız sürece belleklerimizde yerini koruyacak; anlam üstüne anlamın dallanıp budaklandığı bir tespit. Okuduğumda kalakaldım. Kaç gündür hâlâ çıkamadım cümlenin içinden. Hatıralar, hayaller, fotoğraflar önümde. Düşüncelerin ardı arkası kesilmiyor. Haykırma isteği dürtüklüyor. Soluğu yazmakta alıyorum. Biliyorum, dilin sınırları müphemdir. Belirsizlik hâli hakimdir tüm ifadelerde. Her insanın duyumsayışı parmak izi gibi şahsına münhasırlığından, kelimeler hisleri tarife yetişemez. Sözlüğe sığmayacak mânâlar taşır bazı duygular.
İtiraf edeyim, bu satırları yarı ağlamaklı yazıyorum. İşin içinden nasıl çıkacağımı hesap etmiyorum bu defa. Bıraktım, yazı kendiliğinden aksın gitsin.
Necib Mahfuz’dan devam o halde. “Hayat kimseye bedavadan ders vermez. Desem ki, ‘hayat bana bir ders verdi’, bilesin ki bedelini ödemişimdir.” diyor usta yazar. Yaşam, maalesef kimilerine pek nazik davranmıyor.
İşte o insanların ödemek zorunda kadıkları ağır bedellerin başına ‘köksüzlük’ sorununu koyabiliriz. Gelip geçici şartlar altında bir süreliğine ezilseniz bile, ardından doğrulursunuz. Bilirsiniz, er veya geç bir sonu vardır. Oysa, kökünden koparılan kişi için vaziyet başka. O, zamanın kuytu köşesinde yitirdiği evini hayatının her evresinde arar durur.
Evini renginden duvarlarına, perdelerinden avizelerine, birlikteliklerden ayrılıklara, neşeden hüzne, konfordan huzursuzluğa kadar ve daha pek çok şekilde tanımlamaya çalışırken; bir yandan düğümleri çözme, diğer yandan kopuklukları giderme uğraşı yoracaktır ruhunu.
Belki, yaprak gibi savruluşu bu sebepledir. Yönünü bir türlü bulamaması. Sürekli birilerine tutunması. Boşluğun kemirdiği ruhunun acısını kimi zaman hafifletmek, kimi zamansa işitmemek için yüzünü dışarıya dönüşü bu nedenledir, belki.
Kök, yani aidiyet problemi yaşayanların gördükleri düş, sevgi ihmalinden doğan o dipsiz boşluğu doldurma çabasından başka bir şey değil.
Ev, ‘neysek o olmaktan çekinmediğimiz, her halimizle benimsendiğimiz’ yerdir. Dört duvardan öte, sarınıp sarmalandığımız annemizin kucağı, sırtımızı dayadığımız babamızın gölgesidir. Kardeşimizin sıkıca tuttuğumuz elidir.
Erken dönemde esirgenmiş sevginin bedeli, bir ömür ödeniyor. Nasıl mı? Jung’un formülünü ıskalayarak. Carl Gustav Jung’un meşhur lafıdır “Dışa bakan rüya görür, içe bakan uyanır.” der. Doymamış sevilmek arzusunu tatmin edebilmek amacıyla, sevgiyi dışarda arayan köksüzlerin düşü böylece başlıyor. Öz benliklerini tanımaktan evvel, umut bağladıkları her yeni kişinin dünyasında kendilerine ait bir yer edinmek istiyorlar. Handikap şu ki, ya insanlara bağımlılık gösteriyorlar veya birine bağlanmakta güçlük çekiyor ve düzensiz aralıklarla kişi değiştiriyorlar. Yeterince ve sahiden sevemiyorlar çünkü. Büyük bir yanılgının içinde debeleniyorlar.
Sevmek yüklü bir eylemdir. Sevgiyi taşıyabilecek bir gövde, ancak köklerini derinlere salabilirse ayakta kalabilir.
Peki ne yapmalı?
Kişi öncelikle içine dönmeli. Kendini keşfetmeli. Uzun bir yolculuğa çıkması gerektiğini, yol boyu kayıp parçalarını bulacağından, ne kadar meşakkatli de olsa bu yola çıkmaya değdiğini bilmeli.
Frankl’a göre, varoluş nedenimiz kendimizi geliştirmek değil, aşmaktır. Kaçarak mümkün değil. İçkin köklerimizi, aşkın bir amaca dayandırırsak; başka bir deyişle, varlığımızı üst bir değerle temellendirirsek eğer, köklerimizi olması gereken yere taşıyabiliriz. Yitik evimize kavuşma düşünden vazgeçip, yeni evimizi ellerimizle inşa edebiliriz.
Yeter ki, kendi gerçeğimizle yüzleşme cesareti gösterelim.
Hatırlatmakta fayda var; bu sizin yolunuz. Kimse, sizin yerinize yürüyemez. Bir adım atın. Bir tane daha. Gerisi gelecek. Söz.